büyük düşünür nazan öncel; “bana mutlu birini göster alnından öpeyim” der. ki sonuna kadar haklı. çünkü iktisat denen bilim; sınırlı kaynaklarla sınırsız (ben arsız diyorum) insan ihtiyaçlarını karşılanmasını araştırır. inceler. ahkâm keser. oysa biz insanoğlunun histerisi bitmez. dolayısıyle hiç bir şey kesmez onu. hep daha fazlasını. daha başkasını. daha yenisini. daha teknolojiğini ister. elinde olmayanı arzular.
şimdi düşünüyorum da iktisat dersiyle aramıza giren kara kedinin ve hem teorik, hem de pratik iktisadi başarısızlığımın sebebi mucizesi; ilk dersimize giren profesörün antipatik davranışları değil de bilakis tanımındaki açgözlülüğüne takılmammış.
lakin mevzumuz bu değil. daha basit. çok kolay. ama çaresi yok.
mamafih, sıcağı değil de nemi çok fena olan istanbul benim meselem. hafta içi şirkette beyaz yakalarımıza leke kondurmayan klimalı ortamda hissedilen 38 dereceyi hissetmediğimiz için problem etmediğim istanbul nemi iki gündür nefes aldırmıyor. sığdırmıyor hiç bir yere. şehri esir alan nemden kurtulmak için attığım, atmak istediğim her adım misliyle karşılık buluyor. dün mesela; deniz kenarı belki eser diye çıktığım yarı yoldan geri döndüm. ama bugün inatçı ve erkenciydim. pazar olmasına rağmen saat onda kordon boyundaydım. çünkü ve hiç olmazsa deniz kenarı eserdi. evet esiyordu lakin dokuz dakikada bir. biraz denizin durgun maviliğini, biraz kuşları izledikten sonra sahilden uzaklaştım. cadde üzerinde klimalı bir kahvecide kek yiyip kahve içiyorum şimdi. arada sıcağa ve neme rağmen pes etmeyen cadde insanlarını izliyorum. içerideki klimacı cemiyetin sayısı yok denecek kadar az. fakat biliyorum ki dakikalar ilerledikçe tiryakiler bir bir düşecek buraya. sağanak yağmurdan kaçıp iki metrekarelik durağa sığınan insanlar gibi bu kez güneşten ve nemden mütevellit on metre karelik kahveciye sığınacağız. kimimiz blog yazacak. kimi uzaktaki sevgiliye mesaj atacak. kimileri hafta sonu gazetesini okuyacak. bazı iş kolikler laptoplarındaki işlerini tamamlayacaklar.
.
tam bu satırları yazarken lost’un ve dahi sevgili ‘cek’in şu mahur sözü düşüyor aklıma.
“ya yalnız ölürüz ya da birlikte yaşarız”
sıcaktan ve nemden kaçıp hep birlikte yalnızlaşıyoruz şimdi. cemiyetteki kahveciler de yavaş yavaş artmaya başladı. laptopu ve beyaz köpekleri olan genç bir çift oturuyor sağımda. mavi tişörtlü, kısa saçlı adam kahve içip laptop da bir şeyler yapıyor. mor tişörtlü genç kadın cinsini bilmediğim çok güzel köpeğiyle ilgileniyor. onların hemen sağındaki uzun masada ikisi kadın biri erkek üç kişi konuşmadan kütüphane sessizliğinde oturuyorlar. doğrusu çalışmaya çalışıyorlar. yüzü bana dönük kadın, sol elini sol yanağına dayamış, sağ eli önündeki laptopun faresinde bilgisayara değil de uzaklara bakıyor. düşünceli. sırtı bana bakan kadın ise mini bilgisayarında harıl harıl çalışıyor. yüzünün yarısını gördüğüm, bir yabancı gibi kadınların arasında oturan bordo tişörtlü adam telefonunu kurcalıyor. aynı işi hemen arkalarında, cam kenarında oturan sarışın, uzun saçlı kadın yapıyor. tam karşımda, mekanın yaş ortalamasını yükselten, çok tonton bir de çift var. onlar kahve değil çay içiyorlar. ve benim gibi meraklı gözlerle etrafı izliyorlar.
ilerideki kahve sırası şimdi daha kalabalık. saydım tam on kişi. sabırla bekliyorlar. şahsen ben beklemezdim. zaten geldiğimde de önümde bir kişi vardı. üç kişiden fazlasını bekleyemem çünkü. ama canım insanlar, kuzu kuzu ve sessizce bekliyorlar. kahveyi çok seviyorlarsa demek ki. böyle yeme içme tutkuları olan insanlara bayılıyorum. bir de gündüz uyuyabilenlere. hatta söylemiştim; çok kıskanıyorum onları. bir de kuşları.
göksel dinliyorum işte böyle vakitler. çünkü seviyorum göksel dinlemeyi. hem ne çok! telefonumda yirmi dokuzuncu tekrarı yapacak kadar.
.
mekanda çalan müzik ve kulağımdaki şarkıya bir de ortamdaki insanların aşırı acıklı gürültüsü eklenince kahveciyi terk etmek kaçınılmaz oldu. bu pazar insanlarını latte, mocha, cappuccino ve espressoları ile baş başa bıraktım. ahmet haşim’in merdivenleri çıktığı gibi deniz kenarından merkeze yürüdüm ağır ağır. amacım aç karnımı doyurmaktı. köşede nezih kitabevini görünce vedat abi’nin (özdemiroğlu) tavsiye ettiği necib mahfuz’un midak sokağı’nı alayım dedim. son derece kibar olan dükkan sahibi belli ki kitabı duymamıştı. midak sokağını mithat sokağı anladı. sorun değildi. bilgisayar vardı. baktı. fakat aradığım kitaplar konusundaki makus talihime bir kez daha yenik düştüm. çok istediğim bir kitabı ilk seferde yine bulamadım. evet, devir internet devriydi. ama ve lakin oradan siparişle en az iki üç günde gelecekti. dahası alacağım kitaba dokunmalıydım. rastgele bir kaç paragrafını okumalı, koklamalıydım kitabı.
kabul ediyorum biraz alaturka bir huy bu sevgili doktor. ama tıpkı göksel dinlemeyi sevdiğim gibi seviyorum bu huyumu da.
.
sıcak değil de nemin, susuzluk değil de açlığın daha çok etkilediği koca bedenimi mahallenin hatta ilçenin en güzel rüzgar alan, en kuzey cepheli kebapçısına zor attım. cadde sıcağın etkisiyle olacak ı am legend filmindeki gibi ıssız. tek tük özel araç. bir iki insan geçiyor. rüzgar sahilin aksine kuvvetli ve daimi. anlaşılan bu mekanı keşfedebilen yalnız iki insanız. ben ve üç masa ötemde sigarasını tellendiren richard gere’ın türkiye şubesi beyaz saçlı, beyaz gömlekli abi.
şimdi karnım tok. sırtım pek şekilde keyif çayımı yudumluyorum. lakin keyfim yok. çayı iyi değil. hatta çok kifayetsiz. özensiz. oysa çay benim; hayati sıvım. katıldığım bir instagram deyişine göre türklerin serumu. ama işte buranın çayı. bazı hayatlar gibi buruk. hüzünlü bile değil. resmen acı. aralıkla ocak arası bir kış sertliği var. oysa ve hani birazcık eylül katmış olsalardı. birazcık ilgi. birazcık sevgi içine. hayyam’ın olağanüstü çayını, yahut bir vakit çerkeş’te yol kenarında muazzam tadına vardığımız çayı bahis bile etmezdim burada. o yüzden değil ikinci çayı istemek ilkini bitirmeden hesabı istedim. mutsuzdum. nazan öncel’in girişteki sözü geldi aklıma hesabı öderken. gülümsedim. garson üzerine alındı. gülerek “yine bekleriz efendim.” dedi. bir şey demedim.
.