“onlarla görüşmek istemedim. gitmedim kahvaltıya” dedi.
sonra görüntüsü.
ince uzun yüzü, kumral saçları vardı. sırtında vişne çürüğü tişörtü. altında maviye göz kırpan gri bir bermuda şortu.
iki tur boyunca konuştu. sonra sesizce yürüdü. yürüdü. yürüdü. yürüdü. sanki allah yürü ya kulum diye sadece ona demişti. ve sabah yürüyüşçülerinin aksine o, tek başına saat yönünde yürüdü. salıncaktan düşen bir çocuk ağladı. o sadece yürüdü. yanımdaki banka “merhaba” diyerek eski istanbul eşrafından olduğunu düşündüğüm, beyaz saçlı, güzel kokulu abi oturdu. o yürüdü.
kargalar ceviz kavgasına tutuştu. o yürümeye devam etti.
ben yazıya tutuldum. o yürümekten vazgeçmedi. sıradaki şarkılar değişti. o yürümekten yorulmadı.
ama kulağımdaki moscow river bitip göksel çalmaya başladığında bir arkadaşını aradı. yo hayır tövbe! yanılmışım. mesajına baktı ya da müzik listesini değiştirdi. hiç konuşmadan geçti yanımızdan. yanımdaki mavi beyaz kareli gömleği olan abi konuşmak için can atıyordu ama. benim konuşasım yoktu. böyle serinlik ve sakinliği kim bilir bir daha ne zaman bulurdum. ince yüzlünün sessiz turları, beyaz saçlı abinin kokusu, haziran rüzgarı ve zoe’nun sesi acayip huzurlu bir kombin yapmıştı. dünya yıkılsa bozmaya niyetim yoktu. bozmadım da…
.