itiraf etmeliyim ki beni filme çeken şey marion cotillard oldu. çünkü meftunu olduğum juliette binoche kadar çok filmini izlemesem de ona ayrı bir sevgi ve sempati beslememe neden olan farklı bir aurası var. lakin filmimizi alıp götüren marion yerine max rolündeki francoiz cluzet oldu. herifin huysuz ihtiyar moduna acayip uyuz olsam da en başından beri filmin çorap söküğü tadında ilerlemesinde (elbette diğer oyuncuların da muhteşem katkısıyla) büyük rolü var! ha bu bana göre elbette. sizi bilemem?
size göre filmin lokomotifi belki vincent (benoit magime) belki marie (marion cotillard) belki romeo kılıklı antoine ( laurent lafitte) ya da ve belki kazanova eric (gilles lellouche) olur. çünkü ve zira her biri ayrı ayrı çok iyi oyunculuk çıkarıyorlar. tamamen yorum farkı...
.
filme gelirsek; efendim hikayemiz gecelerin adamı ludo'nun (jean dujardin) geçirdiği trafik kazası ve sonrasıyla başlıyor. paris metropolünde yolları bir şekilde kesişmiş altı arkadaş daha doğrusu beş böcek bir çiçekten oluşan altı benzemez kanka her yıl geleneksel olarak grubun en zengin adamı max'ın yazlığında ailecek (çoluk çombalak, eş-sevgili) toplaşıp bir ay boyunca yılın stresini atmaktadırlar. fakat bu yaz öncesi ludo'nun geçirdiği ağır kaza onları tatili iptal etmeyle kısa tutma arasında tercih yapmak durumunda bırakır. herkes eteğindeki taşı kendi beylik laflarıyla döktükten sonra çoğunluk kararıyla 15 günlük tatile karar verilir. olaylar da bundan sonra gelişir.
dakikalar ilerledikçe yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu altı arkadaşın aslında birbirlerinin yanında küçük beyaz yalanlarla (mı diyelim yoksa ve aslında maske ile mi) dolaştıklarını anlarız. sadece birbirlerine değil kendilerine bile itiraf etmekten kaçındıkları gerçekler, bencillikleri zaman içinde gün yüzüne çıktıkça çatışmanın da şiddeti artar. dostluklar ciddi bir sınamaya tabi tutulur.
ha nasıl da unuttum, yukarıda adını anmadığım, atını davarını ferrarisini satıp zamanında -hepimizin hayali- küçük sahil kasabasına yerleşip orada salaş bir cafe-motel tarzı bir yer işleten hayatın sırrını çözmüş gözüken jean louis (joel dupuch) abimiz var bir de. bizim grup her fırsatta bu bilge abinin yamacına sığınır. kimi zaman güneşlenip keyifli sohbet ederler. kimi zaman akdenizin mavi sularına akınlardaki binatlı gibi şen şakrak güle oynaya açılırlar.
amma ve lakin kazın ayağı öyle değilmiş. yönetmen ve senarist abimiz guillaume caneti muhtemel yaşadıklarını da imbikten geçirerek insanın olduğu her yerde sürprizlere açık olun ve hiçbir şey asla göründüğü gibi değil diyor adeta..
bu arada hazır yönetmen mevzuuna girmişken kendisine sallamadan olmaz!
2 saat 34 dakikalık film bittiğinde ilk tepkim "yani bu kadar uzun olmasına gerek yoktu hacı" oldu. ama şimdi yazarken düşünüyorum da ülkemizdeki uzun filmlerin piri, nuri bilge ceylan sürenin dezavantajını pastoral ve tablo gibi görüntülerle yumuşatırken bu filmin yönetmeni canet'de diyaloglarla ve bir sonraki sahnedeki merak duygusu ile yumuşatmış gibi geldi bana. süre uzun olmasına rağmen tıpkı nuri bilge'nin diğer uzun filmlerini olduğu gibi bu filmi de hiç sıkılmadan izledim. ama yok hayır yönetmen şunu anlatmak istemiş, bu mesajı vermek istemiş ukalalığını yapmayacağım. ben düz adamım müdür! öyle alttan ve derinden mehmet açar-alin taşçıyan yorumlamalarım elbette ki olamaz. hem yönetmen istediği kadar mesaj versin, filmden benim anladığımdır esas olan. belki de sinemanın büyüsü buradadır. aynı filmi hatta aynı sahneyi izleriz ama ve sonuçta hepimizin anladığı, hissettiği başka bir şeydir. tıpkı aynı gün batımını izleyen iki insanın hissettiklerinin ve anlamlandırdıklarının farklı olması gibi.
sonuç itibariyle ben filmi beğendim arkadaş. izlerken kâh anılar denizinde kulaç attım kah karakterleri ve sonra kendimi anlamaya çalıştım. kâh gülerek kâh duygulanarak izledim. sevdim yani. hani ve ille de puan verilecekse içimdeki huysuz max 7/10 der ama jean louis iyimserliğimle 8 diyorum.
evet böyle.
.
yodelice maxime nucci - talk to me