brighton 4th (2021) : levan koguasvili diye bir yönetmen, bir film yapmış. kendi halinde, sıradan. büyük laflar etmeden, gösterişe kaçmadan. muhtemel düşük bir bütçe ile sıradan insanların, sıradan hikayesini anlatmış.
böyle iddiasız ama derdi yokmuş gibi gözüküp dert anlatan filmleri seviyorum.
işte bu hikayede de aslında netameli bir durum var. hüzün var. kaderin cilvesi var. dostluk ve dayanışma var.
eski gürcü güreşçi kakhi var. onun hayırsız evladı soso var. ve onun da fedakâr sevgilisi güzel lena var. sonra amerikan rüyası görmeye hazır bir pansiyon dolusu insan var.
kakhi, hasta eşini ve çok sevdiği köpeğini gürcistan’da bırakıp hayırsız evladı soso'nun kumar borcundan kurtulmasına yardım için amerika'ya gider. 14 bin dolar borca karşılık elinde 2 bin vardır. lakin hayırsız oğlan bunu da kumarda yer bitirir. ama kakhi sabırlıdır. fedakârdır. babadır. bir kenara atamıyor oğlunu. satamıyor da. bu arada pansiyonda kalan diğer gurbetçilerle kısa ürede kaynaşır. kendi derdine başkalarınkini katık eder. dünyanın dört bir yanından bir umut yeşil kart hülyasıyla amerika'ya gelip orada tutunmaya çalışan insanlarla yakınlık kurar. oğlunun mafyaya olan kapanması imkansız kumar borcunu kendi yöntemiyle halletmeye çalışır.
son tahlilde; leon bir sevgi filmiydi. brighton 4th de kendi ekseninde bir fedakarlık filmidir.
.
fair play (2023) : sayko bir filmdi. en büyük nefretler aşk ile başlar! dedirtti. genel olarak sevdim. bırakmadım filmi. ilk yarısı biraz durağan. ikinci yarısı hareketli geçti. gerilim giderek artırıyor. tansiyon hiç düşmüyor.
böyle olunca da; birbirine aşk ile tutkuyla bağlı bir çiftin işyerindeki rekabetinin nasıl bir felakete sürüklendiğine şahit oluyoruz. senarist/yönetmen karakter davranışlarını öyle bir dengelemiş ki taraf tutamıyorsunuz. en azından ben tutamadım. ibrem bir emily'ye, bir luke'a kaydı. nasreddin hoca olup her hamlede bir diğer tarafı haklı buldum. filmimizde; aşk. nefret. ihtiras. tutku. manipülasyon. entrika. dedikodu. yavşaklık. yalakalık. onursuzluk ne ararsan var. tipik bir plaza prototipi olmuş da diyebiliriz. aynı zamanda başarıyı "tanrı gören" kültürün, dayatmanın insanların psikolojisini nasıl harap ettiğini gösteren bir film fair play.
hele ki sonlara doğru; tam bir yavşak, orospu çocuğu patron rolünün hakkını veren campbell'in (eddie marsan) söyledikleri de aslından dünyanın genel halinin bir resmi gibiydi. emily'nin yalan dolanlarına devam ettiğini ama hırsından ve başarısından dolayı ondan vazgeçemediği an de özetle şöyle diyordu campbell efendi;
"hepimiz hayatımızda pis işlere bulaşırız. hepimiz boka basarız. ama onu orada bırakırız. işimize, ofisimize getirmeyiz. verdikleribir dünya para karşlığı müşterilerin tek isediği şey temiz bir yer. bırak pisliği insan kaynakları temizlesin. hikayeyi onlar yazsın. suçluluk. sorumluluk duygusu hepsi anlamsız şeyler. unut gitsin. önüne bak."
yani geride ne kadar hasar bıraktığının, yukarı çıkmak, hedefe ulaşmak için kaç kişiyi ezdiğinin hiçbir önemi yok. go go go. yanki!!
son tahlilde filmimiz için diyeceğim; özel hayat iş hayatı dengesi, kadın-erkek ilişkileri üzerine derli toplu dahası gerçekçi bir yapım olmuş. evet böyle..