227 - tırcı eşref abi (11 ekim): bu vatman abi ve ablaların metro istasyonlarında kapıyı biniş çizgisine denk getirme oyununa ayar oluyorum. bugünkü abi mesela dört manevra yaptı resmen otuz santimlik mesafe için. dayanamadım dördüncüde muavinlik yaptım sol elimi dirsekten ileri geri sallayarak “al al al al al dedim istanbul’dan gelip zonguldak’a giden karaelmas turizmin muavini gibi.oysa ve halbuki; bizim eşref abi kocaman tırı üstelik tek hamlede iki metre genişliğindeki fabrika deposuna sokuyor. bence vatmanlara göreve başlamadan evvel en az bir ders tır falan park ettirsinler. yahut kadıköy iskelesine bir şehir hatları vapuru yanaştırsınlar. sonrası kolay olur!
.
228 - metroda lambada (11 ekim): eskiden otobüste, vapurda gazete okurken destursuz başını uzatıp sanki parasını kendi vermiş gibi satırlarınıza ortak olan tipler vardı hani. şimdi kağıt gazete pek okunmadığından ve mülteci gibi sıkış tıkış oturduğumuz metro koltuklarında yazdıklarımıza, layklarımıza, alışveriş listelerimize falan ortak oluyorlar. az evvel misal, yukarıdaki eşref abiyi telefonun not defterine yazarken yanımdaki kırmızılı esmer abla arada gözlerini devirip yazdıklarımı okumaya çalıştı. rahatsız olsam da ortaokul türkçe sınavında yanındakilerden sakınır gibi kolumu koymadım, kıçımı yan dönmedim. bilakis daha da açtım ekranı. sonuçta yazdıklarım, bloga koyunca 80 milyon artı tüm dünyaya açık olacaktı (allahım bu mütevazılığıma bayılıyorum) beklenmedik bu davranışım karşısında ablam önce bir irkildi sonra adeta koşarak kapıya yanaştı ve esenkent’te indi. bence hastane-adliye durağında inecekti. zira avukat profili sezdim kendisinden. inince çıkışa yönelmedi. sanki bir sonraki treni bekliyordu… büyük bir yanılgı içinde olmam da ihitimal dahilinde tabi.
.
229 - dudullu postası (11 ekim): bugün. istanbul kazan ben kepçe. sabah arabayı tamirden almaya kartal sanayiye gittim. döndüm 8 yıldır görmediğim eski iş arkadaşımı görmeye ümraniye’ye gittim. oradan başka iş arkadaşımı buldum tavukçuyolu derler bir yer. çay kahve hasbihal derken önce m5 üsküdar çekmeköy sonra m8 dudullu metrosunun turkuaz koltuklarında buldum kendimi. birazdan kozyatağı’nda m4 metrosuna aktaracağım kendimi. günün ve dahi yüzyılın pişmanlığı; bu demiryolu ağını örmekte çok geç kaldık azizim. çok geç.
.
230 - kuru otlar üstüne yolculuk (12 ekim): beni sinemaya götürecek otobüsteyim. en arka üçlü koltuğun ortasında iç güveysinden halliceyim. neyse ki yazmak diye bir eylem, güzel bir meşgale var. çevrenin kusurlarına aldırmıyorsun. iç dünyan ile baş başasın. misal şimdi beni tedirgin eden filmin üç saat on yedi dakikalık uzunluğunu düşünüyorum uzun uzun. acaba kaç mola verecekler, acaba sıkılacak mıyım, ya çişim gelirse olmadık yerde, ilk defa gittiğim sinema salonu ya sıkıcıysa türünden küçük endişeleri dert ediyor gibi görünse de bir yanım sanki bu endişeli yanımla giden o değilmiş gibi rahat olan umarsız yanım koy götüne rahvan gitsin modunda. yine de çiş için tedbir adına çok sevdiğim çayı içmeme kararı alıyorum. keza avm sinemasının ekşi sözlüklerine bakıyorum. deri, geniş koltuklar havadar mekanı varmış. güzel diyorum sessizce güzel. sağ yanımdaki sarışın üzerine alınır gibi oluyor. burnunu otobüsün tavanına biraz daha yaklaştırıyor. oralı olmuyorum. sinemaya kalan durak sayısına bakıyorum. üç durak varmış.
.
231-don’t disturb -2023 (13 ekim): cem yılmaz’ın son filmi. izledim. beğendim ama çok değil. 3 saat on yedi dakikalık nuri bilge ceylan filminden sonra bu bir saat elli dört dakika çoook uzun geldi. sanırım levent cantek yazmıştı. bir saatte bitirilebilirdi. katılıyorum. ulus olarak 54 dakikamız ziyan oldu diye düşünmekteyim. ziyan zarar demişken filmde çatlak eczacı ajda mı sezen mi, ajda mı sezen mi? diyordu ya ha bire. gerçek dünya da böyle herkes bir taraf olmamızı istiyor yoksa bertaraf olurmuşuz falan filan. bu bağlamda kuru otların samet’i gibi düşünüyorum. dünyanın çivisi çıkmış kimse kurtaramaz. bireyler her şartta kendini kurtarmak için çabalar. güya halk için örgütleşip toplaşanlar da en sonunda yine kendi ikbali için sevişirler. çünkü olay tamamen duygusal!. üstelik bunu görmek için öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok. ama ve bu arada şunu da söylemezsem içim rahat etmez ister kızın, ister takibi bırakın ama iZrail; çocuk katili bir orospu çocuğudur. amerika da onun anasıdır. NET. kesin bilgi. hitler’in zamanında kendilerine yaptıklarının onlar şimdi, dün, bu sabah ve yarın dünyanın, kıçımın insan hakları savunucuları ve dünya barışçılarının ve "medeni batının" gözünün içine baka baka hatta desteklerini ala ala mislini yapıyorlar yıllardır. canlı yayınlarda. çocuklar kadınlar, insanlar bombalanıyor. kimse ama hamas demesin. yakın. uzak tarihe baksın. 2006 dan beri bu insanlar insanlık dışı bir şekilde ablukadalar. soykırıma uğruyorlar. toprakları ellerinden alınıyor. kimsenin gelmediği!! gibi benim de elimden bir şey gelmiyor. sadece ah muhsin ünlü'nün ah o gemide ben de olsaydım şiirini tekrar tekrar okuyorum. son tahlilde bu kendi kendime yükselmelerim, şiir okumalarım falan içimi azıcık serinletmekten başka bir şeye yaramıyor, yaramayacak ama herkes tarafını seçmeli ve bence sezen!
.
232- küçük karma (14 ekim): metronun loş dehlizinde istanbul kart doldurma sırasındayım. yandaki ergen ofluyor pufluyor yeşil yirmiliği almayan makineye sitem ediyor. yan makinede sıra bana gelince cüzdanına baktım. şanslı kerata. yirmi lira gördüm. "al dedim bunu dene." yirmilikleri değiştirdik. mutlu son. sonra yürüdüm, metro turnikelerde kartı bastım, sihirli sesi duydum. ama turnike demir duvar. geçmeme izin vermiyor. bir, iki yüklendim sağ baldırımla yok. olmuyor. kırılmayan da malzemeden yapmışlar namussuzu. neyse ki arkamdaki güneş gözlüklü hanımefendi; beyefendi dedi bu taraftan geçeceksiniz. yirmi yıllık metro kullanıcısıyım ilk kez böyle bir şey yaşadım. ama aptallığımı sevdim. onayladım. kabullendim!
.
niaz diasamidze - noes kidobani