az evvel dibini bulduğumuz çay demliğini elime tutuşturup “şu çayı çiçeklerin dibine dök de gel” dedi.
niye bilmem her zamanki muhalif, sorgulayan yanım bu kez uyudu. yapay zeka robotu gibi sadece söylediğini yaptım. koyu kahverengi boyalı han kapısından ağır demir kapıyı açıp beş basamak indim. bahçenin tahta kapısını araladım. askerdeki gibi sol baştan sırayla ve yettiği kadar bir demlik çayı çiçeklere pay ettim. çiçeklerle konuşanları duymuş, okumuştum. son çiçeğe kalan çayı boca ederken bu eylem aklıma geldi. bir adını bilmediğim kırmızı çiçeğe baktım, bir telefonun siyah ekranından yansıyan sıfatıma. güldüm kendime. “hadi ordan” dedim. kalktım. tahta kapıyı sıkı sıkıya kapattım. allah muhafaza, es kaza bahçe kapısı açık kalsa küçük kıyametler kopar. üç tekmil azar işitirim. döndüm baktım kapalı olduğundan bir kez daha emin oldum. eve giden mermer basamakları çıkarken kırmızı çiçek yine gözümü aldı. yine güldüm. ve “hadi ordan” dedim yine. demir kapıdan içeri girer girmez mutfağa koştum.
sordum;
- anne dedim bu çayı çiçeklerin dibine döküyoruz da ne oluyor yani?
- ne oluyor, gübre oluyor dedi.
sustum.
google efendiye bakmadım. nerden duyduğunu sormadım. ne de olsa eski toprak vardır bir bildiği dedim.
.