kalktım. ama direk Kadıköy otobüsünü kaçırdım. metro için mecbur dolmuşa bindim. macera burada başladı. evvela en arka dörtlüden ayağa kalkıp parasını binbir zahmet ve ricayla uzatan ablanın para üstünün takipçisi oldum. sonra, şoförün arkasında dikilen sarışın bir güzelin sert ve dikenli bakışlarına mazhar oldum. nihayet, bir bey abinin çantanız açık kalmış uyarısıyla sırt çantamın fermuarını çektim. hepsi Orhan Veli şiirindeki gibi birdenbire oldu. Şimdilik bu kadar aksiyon yeter diyerek arkalardan “metroda bırakır mısın kaptan” diye ünledim. haşin sarışın, ikazcı abi ve ben indik. sarışın güneye, denize doğru, abiyle ben iki gündür çalışmayan metro merdivenlerine yürüdük. inişte çok sorun yoktu da çıkanların yarısı belediyeye, yarısı hükümete sövüyordu. seçim aritmetiği isyan ve kızgınlık anında bile değişmiyordu.
çok tercih etmediğim dörtlü vagon kalabalığında Kadıköy’e indim. Çerkez çantacı önümüzdeki haftaya gün verince. beynim durum güncellemesi yaptı. iki seçenek geçti aklımdan. ya eve dönecek ya dolanacaktım. ayaklarım piraye’ye yürüdü. gönlüm buna itiraz etmedi. aklım zaten bir karış havadaydı.
.
kafenin sakin olan üst tarafı sıcak ve bunaltıcıydı. kalabalık bahçenin, kuytu köşesinde esen bir masa buldum. klasik siparişimi verdim. karşılığında siyah tişörtlü garson 361 numarayı verdi. siparişimle beraber bir adam ve bir ergen geldi arka masama. yabancılardı. hayır yabancılarla bir sorunum yoktu. “İnsan” olanlarını severdim. muhtemel dede-torun ikilisiydi. izlediğim filmlerden çıkardığım kadarıyla İspanyolca muhabbet ediyorlardı. hızlı ve gırtlaktan konuşuyorlardı. fenerin eski teknik direktörü Aragones’e benzeyen yaşlı abi iğrenç kokulu sigarasını yakmasaydı belki daha çok sevebilirdim onları. aslında bu olumsuzluk daha hayırlı oldu gibi. arkada daha güzel ve bahçeye hakim başka masaya transfer oldum. çay üstüne çay söyleyip olanları yazmaya başladım..
.
sonra dün akşam trt2 de kısa bir süre rastladığım adı Mürsel olan yazarın (soyadını unuttum affetsin) benim İstanbul görüşüne tamamen zıt bir yaklaşım sergilemesi aklıma geldi.
‘İstanbul dışında yaşamak çok zor benim için. bir gün ayrı kalsam hemen özlüyorum. hele yazmak imkansız. istanbulda yaşamasaydım. Yazmazdım. saz çalardım, başka işler yapardım, kendi kendime bir şeylerle uğraşırdım ama yazmazdım. duyargalarının açık olduğu, evrensel bir yaşam merkezi burası. kızgınlıklarını, sevgini ve yorgunluklarını yazdırıyor sana İstanbul’ babında bir şeyler daha söyledi ve program bitti.
.
evet, kalabalık insan topluluğu, tarihi ve turistik yerleri, hikayelerinin ve seçeneklerin bolluğu bir avantaj olurdu ama taşrada hatta bozkırda da pek tabi nicelikli, incelikli ve nitelikli yazılar yazılabilir. şimdi hangisini örnek vereceğimi bilmediğim bu nitelikte bir çok yazar var yurdumuzda ve dahi gezegenimizde. ama itiraf etmeliyim ki; benim adeta bir öcü yerine koyup ille de gitmem, kurtulmam lazım dediğim İstanbul’a başka bir zaviyeden bakmama vesile oldu Mürsel bey. belki diyorum bu mevzu üzerine biraz daha düşünürüm. evet..belki..
..
Piraye dedim. yazı nerelere götürdü beni. son olarak şunu diyeyim de gidip iki tramvay bir kaç martı fotoğrafı çekeyim.,
çayı diyorum; her zamanki gibi harikaydı Piraye’nin. gerçi yeni fiyatı görmedim daha ama değer be ibrahim. güzel çaya değer. bir çay zevkimiz var zaten şu kavanoz diplide onu da yüzde 43 zamma mı kurban verelim?. evet, bence de vermeyelim..
.