denize bakanlar arasında beşinci sıradasınız - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

denize bakanlar arasında beşinci sıradasınız


vapurlar, kuşlar, güvercinler, kadıköy, meydan


istanbul sahiden boşalmış müdür. her geçen gün artan ve boğan kalabalığı, öte yandan asrın enflasyonu yüzünden bu kadar rahatlayacağına imkan vermiyordum. ama olmuş. ilk işaretlerini aslında dün küçük bir taşra ilinin en hareketli caddesi gibi her saat insan kaynayan semtin ana caddesinde almıştım. lakin pazar uyurganlığı ile mevsim normali üstündeki haziran sıcağına bağlamıştım caddedeki terk edilmişliği. öyle değilmiş. pazartesi sabahındayız. herkes 9 gün tatil yapmıyor sonuçta. işe gidenlerimiz var. kadrolu aylaklarımız, genç eyt emeklilerimiz var. devam eden bir hayat var. lakin en mutedil havada bile tampon tampona aşk eden araçların hüküm sürdüğü D 100 karayolunda trafik yağ gibi akıyor şimdi maşallah.
maa-şallah!
kadıköy de öyle. şimdilik. belki erken saatlerin mahmurluğu. ama iett şoförleri ve halkımız benim gibi işin makarasında. gülüyoruz. ağlanacak halimize. malum güreş ve abartma milli sporlarımız.

sarı renkli bir iett otobüsünün şoförü, kendisi gibi kırmızı ışıkta bekleyen diğer şoföre sesleniyor;
- haydar abi, yolcu varsa göndersene bu tarafa.
- yok yok. bende de yok valla deyip birlikte keh keh keh gülüyorlar. gülüyoruz.

öte taraftan sosyal medyada kampanya başlamış. tatil için metropolü terk edenlere “suriyeli” muamelesi yapılıp gidenler dönmesin. gittikleri yerde kalsın deniyor yarı şaka yarı ciddi. yaz sıcağında limonata niyetine buz gibi, klişe espriler yapıyoruz. martılara simit atıyoruz.
“başka işin varsa onu hallet istersen. bir saat sonra gelirsen cihaz hazır olur abi” diyen küçük çarşı esnafını dinledim. başka işim yoktu aylaklık dışında. sahile indim. meydan kuşlara kalmış. bir kaç da denizi seyreden adama. ben de denizi izleyen adamlar arasında beşinci sıradaydım. sonra nefis bir simit kokusu çalındı burnuma. arkamdaki büfede kara yağız, beyaz beysbol şapkalı bir abi "tazze simiiit" diye çığırıyordu. yanına vardım. simitçinin haykırışlarını duyduğum ve kokusundan bildiğim halde yine de annemi taklit ettim." taze mi simitler?" diye sordum. "şimdi fırından geldi beyefendi" dedi simitçi. beyefendilik bir durum göremiyordum kendimde ama güneş gözlükleri değişik bir etki yaratmış olabilirdi. üstünde durmadım. "sıcağından bir tane verir misin?" dedim. verdi. karşılığında yedi buçuk lira verdim. gözüme iskelenin dibindeki kırmızı şemsiyeli büfeyi kestirdim. şemsiyenin etekleri değişik figürler sergilediğine göre rüzgarlıydı orası.
.
haklı çıktım. on metre ötesi sahra çölü gibi yanarken burası püfür püfürdü. allah'ın hikmeti işte! şimdi iskelenin dibindeki büfede çay içiyorum. gelen geçene bakıyorum. yazıyorum. az önce sol yanımda dört tane doğulu genç vardı. içlerindeki en mutsuz arkadaşlarıyla diş çekiminden bahsettiler. "cerrahi müdahale olacaksa sıkıntı olur kanka. iyi bir hekim bulmalısın." dediler. neden sonra içlerinden siyah tişörtlü, sakallı adam, biten sigarasını küllükte iyice ezerken  "hadi kalkalım vapur saati geldi" dedi. hep beraber ayaklandılar. onların kalktığı masaya genç bir kadın ve muhtemel onun annesi olan yaşlıca bir kadınla, en çekilmezinden oto boka zırlayan, mız mız bir çocuk oturdu. kırmızı elbiseli, sarı perma saçlı kadın garsona; "iki çay, biri açık diye seslendi.garson, "2 çay biri aççık. hem-men geliyor efendim" dedi. bütün mekana ve hatta kadıköy'e duyurur gibi. ama hemen gelmedi. bir kaç sipariş daha aldı.  
o sırada arkamdaki sarışın ablanın telefonu çaldı. ablamız, trt spikeri hitabetinde, kurduğu düzgün türkçe cümleler ve tok sesiyle ortama değişik bir ferahlık sağladı. sonra apar topar kalktı.  keşke biraz daha kalsaydın demedik hiçbirimiz. ben ikinci çayımı istedim asker tıraşlı, pörtlek gözlü çelimsiz garsondan. "tamam" dedi garson. başka da bir şey demedi. ama hemen geldi benim çayım. lakin yine şaşırtmadılar beni ikinci bardak çay faciasında. beş dakikada içinde nasıl değişir bir çayın lezzeti. her zaman mı yeni demlenir. ikinci gelen çay tam çıkmamıştı. en az beş dakikası daha olan çayı dayadılar önüme. garson masaya koymadan kokusundan anladım. normalde ses ederdim. lakin önümüz bayramdı. ve dünya üç günlüktü. o yüzden açmadım bayramlık ağzımı. ama esnaf değil tüccar bunlar. esnaf olan “abi çayı yeni demledik biraz beklemesi lazım” der. tüccar olan çiğ bayat fark etmez elindekini dayar sana. ne oldu? ben değil onlar benim gibi bir tiryakiyi kaybettiler. petek pastanesi, piraye kafe, hayyam çayevi gibi reklamlarını da yapmayacağım. ayrıca gidilmeyecek çay mekanları listemde ilk sıraya koydum. halbuki bu haziran sıcağında efil efil, ne güzel de esiyordu..