açık büfe iktisat ya da rasyonel hayat - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

açık büfe iktisat ya da rasyonel hayat



insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu başrolünde adam smith’in yer aldığı iktisada giriş derslerinde değil bizatihi yaşayarak öğrendim ben ibrahim. bunun kendimce iki nedeni vardı. ilki; çok fena adam seçmem. ikincisi de; bana ne olacağını, olmasını gerektiğini kitaplardan, hocalardan yahut nasihatlarla anlatılmasından, söylenmesinden zerre haz etmeyip bizzat tecrübe ederek (gerekirse ebeminkini de görerek) sonuçlandırma isteğimdi.
.
iktisada giriş’in ilk dersiydi. eylüldü. hava güzeldi. dersimize giren hoca meşhur bir profesördü. ders anlatışından ve anlatırken adab-ı muaşeret kurallarını hiçe sayan bir takım geniz hareketleri yapmasından dolayı dersten oracıkta soğudum. sonraki hiç bir derse katılmadım. hem derse devam zorunluluğu da yoktu. arkadaş notlarından kıt kanaat geçinip zor bela sınıfı geçtim. ondan sonra da zaten hiç dikiş tutturamadım ne mikrosunda ne makrosunda ne de kantitatifine bu iktisadın. ama soranlara ben ekonomistim. gözlerimin ışıltısına bak anlarsın diyordum. kimse yemiyordu tabi. dalga geçiyorlardı benimle. olsundu. aldırmıyordum. ben aldığım paraya bakıyordum. zaten performansa değil fiyata bakmıyor muydu büyüklerimiz de.
ama bir yandan da istemeye devam ediyordum hayattan! sağ olsun, istedikçe veriyordu o da. bazen de hiç oralı olmuyordu. değişik bir denge politikasında, iç güveysinden hallice idare ediyordum. isteklerim gerçekleştikçe hemen yenisini istiyordum oyuncak arsızı çocuklar gibi. yine bazen oluyordu bazen olmuyordu isteklerim. misal yıllardır şu dokuz altı köleliğine demediğimi bırakmadım. ah bir özgür olsaydım şöyle yapardım, böyle yapardım. onu da yapardım bunu da yapardım. hele bir bitsin şu kölelik ben yapacağımı bilirim dedim hoca misali. ama öyle olmuyormuş işte işler. geçtiğimiz aylarda bitti dokuz altı prangası. ama ben ne yapacağımı bilemedim. tavşan gibi kaldım ortada. ilk bir kaç ay geçici hevesler peşinde koştum. udemy’den üç ayrı ingilizce eğitimi satın aldım. birini b2 de bıraktım. ikisinin yüzünü bile açmadım. sonra blog yazılarını baştan aşağı elden geçirdim. kitap projesi için. seksen küsür yazı seçtim. sonra bir daha okudum. beğenmedim. o dosyayı da kapattım. istikrarlı tek meşgale fotoğraf kursu kaldı elimde. o da on beş güne bitiyor. ne yapacağım diye düşünürken EYTli arkadaşlarıma sarıyorum şimdi. vakti gelip de hala çalışmaya devam eden kankalara;
emeklilik çok güzel, gelsenize lan?” diyorum.  
arkadaşlarım dediğim hafız, fiko, şeko, hakim ve eko. hepi topu bir elin parmakları. benim kadar ihtiyaçları yok ama çalışmaya devam ediyorlar. çeşmeye atla giderken ayranı olmayan ama ayrık otu olan bir benim. ne kadar süreceği belirsiz haftada bir günlük iş dışında ısrarla ve inatla hava atıyorum.

 “gelin lan çok güzel” diyorum. özgürlük gibisi yok diyorum. ama yalan! çok sıkılıyorum oğlum. fotoğraf kursları, sahil yürüyüşleri falan bir yere kadar. önceden planın, programın yoksa far ışığına tutulmuş tavşanla başka bir gezegene fırlatılmış adam arasında bir tercih yapmalısın. nereye koyacağımı bilmediğim bir puzzle parçası elimde dolanıp duruyor gibiyim. dolular almıyor, boşlar dolmuyor. ama ve lakin dokuz altı robotizmine dönmek de işime gelmiyor. o yüzden kankaları ayartmaya çalışıyorum. onlar da yemiyorlar. kontra atağa çıkıp "senin yeniden çalışma vaktin gelmiş birader" diyorlar. ama işte o da bana gelmiyor ibrahim. hem de hiç gelmiyor. acaba diyorum; sen mi gelsen? bir sürü şey yapardık. çanakkale’ye falan giderdik mesela. 
.