lüzumsuz adam - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

lüzumsuz adam



dün sevdiğim, değer verdiğim bir insan;
 “son blog yazıların ortalamanın altında, kalitesi düştü. eski yazıların daha güzel” dedi.
ona göre “kaliteli” yazılarım; varoluşsal kabızlıklarımı, kendi iç çekişmelerimi, gölgemle kavgalarımı falan yazdığım cümleler topluluğu. 
olabilir. herkes, her şeyi sevecek diye bir kural yok. 

kimi iç karartan manzumelerimi sever, kimi son günlerdeki gibi light yazılarımı. bazısı hiç sevmez. bazıları sadece koyduğum müzik ya da fotoğraflar için gelir. bazıları yazıları sever, müzik zevkimiz hiç uyuşmuyor der çeker gider. şimdi yazacağım şey belki oradan kibir gibi gelecek size ama ben buyum arkadaş! yazdıklarımla ve yazmayıp satır arasına yahut arkasına sakladıklarımla, beğendiklerinizle ve beğenmediklerinizle, alışkanlıklarımla ve takıntılarımla, devrik ve imla kurallarına ve bizatihi muktedirlere olan kendi çapımda muhalefetimle, çok yazıp çok söyleyip de bir arpa boyu gidemeyerek aynı kısırdöngüye dolap beygiri olmamla, açmazlarımla, çıkmazlarımla ve sonu gelmez tekrarlarımla, basit ve sıradan olana sevdamla, uyumsuz ve birbirine sırtını dönmüş iki kelimeyi baş göz etme çabalarımla, kimi zaman umursamaz, kimi bazen pireyi deve yapan tavırlarımla, günahımla sevabımla, istediğim zaman istediğimi yazıp çıkmamla, okuyucu bazen dikkate alıp bazen almamanla,  belki de ve sadece bu dünyadan bir mithad selim geçti demek için yazan ama ve bazen kendinden bile sıkılan lüzumsuz bir adamım. 
neden lüzumsuz adam?
çünkü bir kaç gün önce de başka bir sevdiğim insan Rus edebiyatındaki lüzumsuz adam edebiyatından Sait faik’in buna katkısından bahsetmişti. ki yıllar evvel (15 yıl falan önce) Sait faik’in lüzumsuz adam’ını okumuştum. konusu için “gugıllamam” lazım. ama ve sanırım benim gibi birinden bahsediyordur.
çünkü ben böyleyim. gerekli ve en çok küçük detaylara takılırım. misal sakat ayağımla hava almak için parka yürürken durakta en geniş açıda ki onu gördüğümü görmesine rağmen aldırmadan timsah gibi esneyen sarışın, mavi kabanlı ablayı kadraj a alırım. havam iyiyse hakkında hikaye uydururum, değilse uydurmam ama unutmam da. hakeza az önce nerdeyse benle birlikte parka gelip iki yan bankıma oturup sessizce boşluğa bakan emekli abiye odaklanırım. sıkıntısına ortak olmak isterim ama konuşamam. sadece gözlerimle seni anlıyorum der gibi bakarım. gülümser gibi bakışla karşılık verir. sonra herkes kendi hesaplaşmasına döner. 
şimdi düşününce misal dünyadan geçen mithad selim bile çok iddialı. yazmak aslında hiç anaç olmadı benim için. benim için araç. can sıkıntılarımdan boncuk yaptığım, sıkıcı plaza hayatımdaki geçmeyen saatleri doldurma aracı yahut İstanbul’un Çin işkencesinden daha zalım olan trafik ağrısını unutmak seçeneği oldu çoğu vakit. ya da bir türlü rayında gitmeyen hayatımın afyonu oldu. yani mukaddes bir amaç olmadı hiç bir vakit. ha on yedi yıl durmadan yazınca tabi sigarayı bırakmak isteyip de bırakamayan bir tiryaki durumları oluyor elbet. bu kadar lüzumsuz lafı niye yazdım. sevgili arkadaşıma cevap verir gibi yaparken kendime de cevap veriyorum aslında. bu ve bunun gibi bazı şeylere de yazarken uyanıyorum. yahut moda deyişiyle aydınlanıyorum. peki bu iyi mi kötü mü? nereden ve nasıl baktığıma göre değişiyor. malum bazı gerçeklerin var olduğunu bilse de ortaya çıkmasını istemez. unutmak ister. artık ne kadar mümkün olursa…
ha hiç mi güzel yanı yok bu blogçuluğun yazı yazmanın?
olmaz mı?
kısıtlı dünya hayatında hiç rastlaşamayacağın, oturup iki kelam edemeyeceğin güzel insanlar tanıyıp yıllar geçse de unutamayacağın dünya için minik benim için dünya kadar büyük anılar depoluyor oluşum. fıkraları, pimsayısını, guetemala’nın başşehrini unuturum ama yıllar geçse de bazı diyalogları ve anıları unutmam. tıpkı üniversite bir beden dersindeki yüz metre yarışında ileri ok gibi fırlayan cengiz ve onun açık mavi adidads eşofmanını unutmadığım gibi.

dün işte arkadaşım ; varoluşsal kabızlık dolu yazılarını seviyorum deyince yine on beş yıl önce kasvetli yazılarımı kastederek;
 “senin yazılarını okuyunca böyle midem bulanıyor ama çok sevdiğim bir bulantı” diyen arkadaşım ve o sözü geldi aklımda. hatta arşive baktım temmuz 2012de bu sözünü yine yazmışım. ‘bir arkadaşım var hala var ve böyle dedi’ diye. o arkadaşım şimdi maalesef yok. depremde aramızdan ayrıldı. sadece bu sözü ve dolmaya dolma de sarma değil dediği güzel ayarı kaldı bu gök kubbede. Allah rahmet eylesin. 
sonra doğum günümü üç gün önceden kutlayıp vaktinden önce ya da sonra ne fark eder doğmuş olman yeter diye şairane biçimde kutlayan güzel insanı ve jestini de unutmak mümkün değil. hakeza, kasvetin ve karanlığın dibinde olduğum bir zemheri aralığında ismini cismini bilmediğim bir diğer güzel insan posta kutuma şunu bırakıp uzaklaşmıştı. 
ürkek, şaşkın ve kararsız, zorundalıklar zor
kuvvet bulunuz, kışın güneşinde ısınınız (fahimbey)*

evet görüldüğü üzere bu güzel insanlar daha çok zor zamanlarda, karanlık anlarda, kasvetli cümlelerin arasından çıkıp omzuma dokunup uçup gittiler. bilmiyorum kaçı hala izliyor ve okuyor buraları. lakin ve aslında ben de sizin gibiyim kardeşlerim.
sizler gibi, tüm insanlık gibi iki yüzlüyüm!
siyah ve beyazım. gece ve gündüzüm. hatta bazen de gri.
burada bir bazen iki hatta üç, dört beş yüzümü görüyorsunuz. lakin puzzle parçaları burada toplanmaz. bazen ayarı kaçırıp burak alsak’ın deyimiyle baca temizliği yapar gibi içerde ne var ne yok orta yere serdiğimiz olsa da genellikle görmenizi istediğim kadarını onu da satır aralarına koyarak yazıyorum.
son tahlilde sevgili dostlar, aziz romalılar istanbul havası gibi değişen ruh hallerinde, bazı gerçeği yalnızca gerçeği yazarken bazı da tamamen hayal ürünü olay ve insanları varmış gibi yazıyorum.
 o yüzden çok da şey yapmayın!
.
.