bazı şeyler : 200 - 204 kız kulesi de çıksın ha! - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

bazı şeyler : 200 - 204 kız kulesi de çıksın ha!



200 - bi'fotoğraf : hafta başı katılamadığım uygulamalı fotoğraf dersini ikmale kalmış öğrenci gibi tek başıma yapıyordum. ayazma camii ve rum mehmet paşa camii ara sokaklarından sahile indim. kız kulesi'nin karşısında bir kalabalık. bir yoğunluk. mitinge benzemiyordu. insanlar katar katar kız kulesi’ne taşınıyordu. meğer açılışı varmış. ben gitmedim. uzaktan sevmeye karar verdim. malum en güzeliydi. bir sağdan bir soldan hatta bir ara tepeden, konteyner sırtına çıkıp yukarıdan çektim tarihi kuleyi. sonra sahilde kendimi serin rüzgara ve kulenin cazibesine kaptırmış fotoğraf çekerken bir el omzuma dokunup dile geldi; yarı ingilizce yarı türkçe; ‘please photo çeker misiniz’ gibi bir soru sordu ince telli siyah saçları yüzünün yarısını kapatan mavi montlu abla. 
bir su içerken, bir de fotoğraf çekerken bana dokunulmasından hiç haz etmem. ama hışımla döndüğümde ablanın yanında izbandut gibi iki abi ve yine heybetli sarışın bir ablanın hazır kıta beklediğini gördüm. ama öyle tatlı, öyle masum gülümsüyorlar ki, “tabi ki çekerim” çıkıverdi ağzımdan.

saçları ağzına giren abla, tabletten hallice telefonunu kameraya alıp nereye basacağımı gösterdi. sonra da koşarak arkadaşlarının arasına girdi ve siyasilerin seçimden evvel son çırpınışlarına benzer bir şekilde “kız kulesi de çıksın ha” ikazını yaptı. 

oysa ben, takip mesafesini koruduğum yolda arkamdan sellektör yapılmasını bir de bilinen bir mevzuda bana ne yapacağımın söylenmesine uyuz olurum. uyuz oldum. telefonu denize fırlatmayı düşündüm ilkin. izbandut abilerle göz göze geldim yeniden. vazgeçtim çocuk olmaktan!. kule gözüktüğü halde “kuleyi istiyorsanız biraz daha sağa kaymanız lazım o zaman” dedim. o ara da kötücül yanımdan sadece ayaklarını çekip telefonu vermek geçti. onlar anlayana kadar ben salacak'ta gözden kaybolurdum. ama sevgi ve iyilik kazandı! dört kişi grup halinde pıtı pıtı pıtı kendi sağlarına benim soluma kaydı. üç ayrı güzel poz çekip verdim telefonu ellerine. saçları yüzüne bulaşan abla çok teşekkür etti. you're welcom dedim. birlikte güldük. onlar harem'e ben üsküdar'a doğru adımladım.
.

201-şüphe : aslında şüphe demek ne derece doğru bilmiyorum. emin gibi bir şeyim. malum bir kaç aydır seçimle yatıp seçimle kalkıyoruz. koca koca, yaşlı başlı adamlar şehir şehir, meydan meydan dolanıp allah rızası için bir oy diliyorlar beş senede bir aklına gelen insanlardan. demokrasimiz, sivil toplum örgütlerimiz çok gelişmediğinden dahası birey olarak düşünce yapımız avrupa'nın çok gerisinde olduğundan seçimlere katılım oranımız avrupa'ya kıyasla daha çok oluyor ama bu da nitelikli bir şekilde geri dönmüyor. soğanla togg arasında eziliyoruz falan! öte yandan avrupalı biliyor ki muktediri denetleme ve yola getirmenin tek yolu 4-5 yılda bir yapılan seçimler değil. başka enstrümanları var. ama bizim elimizde fener g.saray beşiktaş kimliği gibi sıkı sıkıya sarıldığımız dededen babadan kalma taraftarlığımız, kırılamayan sabit kodlarımız ve her türlü manipülasyona açık algımızla kullandığımız oy var sadece. bir de nisyan ile malul balık hafızamız. dolayısı ile her seçimden sonra zengin daha çok zengin fakir daha çok fakir oluyor. hak hukuk adalet'i zaten söylemeye gerek yok.
ama bendeki şüpheden kesinliğe giden düşünce değişmiyor yıllardır. yarın da değişmeyecek. muktedirler başında bulundukları çeşmeyi (mevki, makam, şöhret, para pul. artık içine istediğini koy koyabildiğğn kadar menfaat) ne pahasına olursa olsun bırakmak istemezken muhalifler sen şu kadar yıldır o çeşmenin başındasın az çekil biraz da biz dolduralım testimizi der gibi. çünkü geçmişten bugüne hep öyle oldu. idealist gelenler kapitalist, Harun gelenler Karun döndüler seferlerinden! hakeza aylardır yapılan ve günlerdir meydanlarda duyduğum replikler hep aynı. ahmet 3 veriyorsa, ben beş vereceğim, emekliler, gençler, işçiler, memurlar düşün peşine. ama ve lakin yedi sülalemizden size sıra gelirse demeyi unutuyorlar. o yüzdendir ki; japon yapıştırıcısıyla mıhlandığınız o koltukları (iktidar ve muhalefet fark etmez) japon dostlarımız gibi başaramadığınızda - haşa intihar edin demiyoruz ama en azından- bırakıp gitmeyi başarabildiğinizde bu memlekete asıl o zaman bahar gelecek. çok ileri gitmeyin şubata sarın hafızanızı. on binlerce insanın ölümüne bir şekilde sebep olanlardan İSTİFA eden gördünüz, duydunuz mu hiç? (yine iktidar muhalefet ayrımı yapmadan)
o yüzdendir ki benim hala umudum yok. o baharı ne ben, ne torunlarım görecek!
ha bu demek değildir ki oy kullanmayacağım. gideceğim ve ehvenişer'imi kullanacağım o ayrı..
.

202-bana bağırma burhan: madem siyasetten girdik. devam edelim. sabah, sakin sakin çayımı içerken Tv kanallarını zaplıyorum. aynı "liderler" aynı kelimeleri farklı şehir halklarına söylüyorlar kaç haftadır. olabilir. herkes televizyon izlemeyebilir. duymayanlar olmuştur. hem gobels denen bir baş belasının teoremi var. neyse mevzu o değil zaten.
konuşma yapan abiler, ablalar ve amcalar ellerinde mikrofon ve teknolojinin en yükseğine sahip olmasına rağmen bağıra bağıra konuşuyorlar. bir öfke, bir sinirlilik hakim yüzlerinde. güzel güzel anlatsalar biz de dinlesek olmaz mı?
sanırım, genlerde ve kültürde ve bilinçaltında bu duygu hakim. insanımız kendilerine bağırarak konuşan insanlara daha çok bağlanıyorlar, sözlerini daha iyi dinliyorlar düşünüyor olabilirler.
ki biraz düşününce  haksız olmadıklarını görüyorum!

herhangi bir kamu binasında tatlı dille konuşan bir memura (on yılda bir falan) rastladığımda şaşırıyorum yalan yok. bir boşluğa düşüyorum. rüyadayım acaba diye kendime çimdik atma ihtiyacı duyuyorum. gerçek olduğunu anlayınca bu sefer lan acaba bir çapanoğlu olmasın bunun altında diyorum. çünkü yıllardır bize okumuş cahil farketmeksizin bir soru sorduğumuzda nemrut gibi durup cevap vermeyen, lütfedip cevapladığında da höt ve zötten başka kelam etmeyen devlet yetkilileriyle karşılaştığımızda kibarlık, nezaket falan tuhaf geliyor. azarlanmak ve emirle iş yapmak fıtramızda var sanki! ülkeyi yönetene ve yönetecekler de bu çizgiye uyuyorlar aslında. ama ve yine de bana bağırarak konuşmayın arkadaşım! tane tane anlatın. 

.

203-sevgili hintli ve googlelandli dostlarımız : dün internet mecrasında, kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı blogumla ilgili yayılan bir takım asılsız, astarsız tamamen montaj olan deep fake içeriklerin arkasında sizler varsınız. biliyorum! bloggerın istatistikmetresinde okunan yazı sayılarının geçtiğimiz sonbahardan beri on misli düşmesinin, blog renginin solmasının ve satır aralarındaki anlamsız boşlukların müsebbibi de sizsiniz. kanıtlarım var. arkadaşlarım var. çok param var. bu size son uyarım. dostluğumuzun devamını istiyorsanız elinizi ayağınızı blogumdan çekin. yoksa ben ne yapacağımı biliyorum. (bkz. hoca Nasreddin)
.
204-Göztepe : "zor hafta sonları. istanbul'a yabancı kentlere gider gibi iniyorum. hele trenin göztepe'de durduğu o birkaç saniye.." diyor zarifoğlu yaşamak-115.sayfada.

eskiden ve mecburen (hafta içi çalıştığım için) hafta sonları bazen hem cumartesi hem pazar kadıköy'e inmekten büyük keyif alırdım. şimdiki gibi dolup taşmayan hatırı sayılır kalabalığın arasında bir dal parçaası gibi akmayı, çarşı'da, sahaflarda, bahariye'de serseri mayın gibi dolaşmayı severdim. zihnimin ve ayaklarımın beni sürpriz sokaklara çıkarmasını hayretle karşılardım. ama hep eskiden. pandemiden sonra  bir şey oldu. alışkanlıklar oldu. zaten mesafeli olduğum insan topluluklarından kaçar oldum. üstüne mekanlar değişti. hatıralar göz önünden kayboldu. böyle olunca da yabancı bir şehre iner gibi oluyorsun. geçmiş gün de böyle oldu kadıköy'e inmemle çıkmam bir oldu. sanki bana ait hiç bir şey kalmamış gibiydi. trene binip göztepe'ye gittim. aynı yabancılık. istasyon başka. trenler başka. özgürlük parkına yürüdüm. yollar farklı. adımlar başka. anılar kaybolmuş!

116.sayfada diyor ki güzel adam;

"ve geçen zamanlar, on yıllar yirmi yıllar kırk yıllar seksen yıllar pres edilmiş gibi ufalanıyor, putlarıyla anıtlarıyla işgalleriyle teslimleriyle ve bütün yaşadıklarımızla kayboluyor.".


kovacs - freedom