52 48 arafı ve mulholand çıkmazı - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

52 48 arafı ve mulholand çıkmazı





bir otobüs dolusu insan, suadiye sahile iniyoruz balık istifi. duraklar geçtikçe, bir fidanın boy atması gibi şoför yanından arka kapı boşluğuna ilerledim adım adım. teker üstü ters koltuklarda, bir koridor aralığında yan yana iki kadın konuşuyor. 


siyah tişörtlü, saçları at kuyruklu ve artı 40 gözüken esmer kadın yandakine;
“sabah sayıyorlardı yine bir sürü zam gelmiş.”
beyaz tişörtlü, artı elli görünümlü gümüş kolyeli kadın sağ elinin üstünü boşlukta, istemem gelme der gibi iki kez sallayarak “hiç üzülmüyorum nebahat, hiç üzülmüyorum” dedi alçak sesle. dibinde olduğum için ben duydum. tepki vermedim. düşündüm. seçim akşamı twitter’da ahtapotumu da yerim karidesimi de yerim tayfasından değildi. muhtemel emekliydi bir kaç yıla indirimli 65 yaş kartı kullanacaktı. aynı otobüste olduğumuz gibi aynı gemideydik. az ya da çok o da etkileniyordu etkilenecekti elbette. züğürt tesellisini kendi bacağından asılmak olarak bulmuştu. olabilir, bulabilir. ben bulamadım. bulamadığım gibi ortada da kaldım. bir nevi arafta. kılıçdaroğlu’nun kırk sekizi ile erdoğan’ın elli ikisi arasında bir yerlerde kaldım. ne aşağı inebiliyorum. ne yukarı çıkabiliyorum. kimseyle bu konuyu konuşmak istemiyorum. haberleri ve tartışma programlarını izlemiyorum. lakin yine yapamıyorum. olduramıyorum. kendime kırmızı mikrofon uzatıp hayali sokak röportajları yapıyorum. fakat yine kaçak döğüşüyorum. “konuşsam olmuyor sussam gönül razı gelmiyor” sözüne sığınıyorum. sonra ağzıma geleni söylüyorum. iktidardan girip muhalefetten çıkıyorum. sonra halka dalıyorum “samimiyetsiniz oğlum siz” diyorum. yüzümüze başka konuşup perde arkasında başka tercihler yapıyorsunuz diyorum. kiminle konuşsam çünkü  düzenden şikayetçi. ben memnunum diyen birini görmedim daha. ama o iki kişiden biri kim o zaman? kara murat kim? ben kimim?
bir kaç emekli öğretmeni beni hararetle alkışlarken görüyorum. arkadan bir gencin beni ajan ve troll olmakla suçladığı çalınıyor kulağıma. adam haklı diyor bir teyze elindeki kırmızı alışveriş poşetini sallarken. beriki aç kalırız ama vatanı böldürmeyiz diye bağırıyor. öteki yaşanmaz artık buralarda, yurtdışına gidiyorum diyor. herkesin kendine göre bir çözüm önerisi, mensubiyeti, tabiyeti var. benim yok. elli iki ile kırk sekiz arasında eşgalsizim. kimsesizim. yurtsuzum. bağırıyorum. çağırıyorum. sesimi duyuramıyorum kimseye. “ne kemalciyim ne tayyipciyim. şöyle garip bencileyin” diyorum. anlatamıyorum. ama Orhan Veli’ye çok acayip inanıyorum. çünkü bir yer var biliyorum. ama onu da bulamıyorum..
ilk rüzgarın sırtında sahile atıyorum kendimi. yosunla karışık iyot kokusunu içimize çekip adalar’dan yana nazar ediyoruz semtin martılarıyla birlikte. hepimiz düşünceliyiz. ama ser verip sır vermiyoruz birbirimize. sadece ve sessizce deniz aşırı bakıyoruz. dakikalar bazen saatler süren bir sessizlik içinde. temize çekilen bazen de çamaşırhaneye götürülüp yıkanmadan geri görülen çamaşırlar gibi ilk elden kirli düşüncelerimiz var. adalar. martılar. mayısta ve boklu denizde suya giren ergenler. yukarıdaki kafede ısrarla ve inatla memleket kurtaranlar. akrobatik hareketli bisikletliler. herkes, her şey iç içe, dış bükey. fibonacci dizisi sanki. hunharca çay karıştıran kaşıklar sonra. daha fazla tahammül edemiyorum bu kakafoniye. martılara Allah’a ısmarladık diyerek dönüş yoluna giriyorum..
metronun ürperten serinliğine indim. şoförsüz treni son anda kaçırdım. turuncu yelekli alan görevlisi gülerek “beş saniye ile kaçırdın” dedi. 
“evet kıl payı” diyorum. 
üsteliyor turuncu yelekli; “olsun on dakika sonra yenisi gelir” diyor. yukarıdaki çiçeklerin fotoğrafını çekmek için oyalanmasaydım yetişirdim diyorum kendime kızarak. yetişecek bir yerim yoktu halbuki. ama bu sıralar kaybetmiş hissediyordum. metrodan çıkanları görünce biraz acele etseydim rahat yetişirdim diyorum. işaretler çoktu diyorum. kendimi kendimden istifaya davet ettim. ama yine kendim kendimi bir önceki metro kaçırışlarıma göre daha başarılı buldu. daha önce on saniye ve sekiz saniye ile kaçırmıştım. en çok yaklaştığım kaçırış buydu. elbet bir gün kapı kapanırken içeri girecektim. elbet bir gün zeki müren de bizi görecekti..
oysa o, on dakika sonra şoförsüz, turkuaz koltuklu ilk vagonda iddialı bir festival filminin açılış sahnesi gibi duruyordu. yedi sekiz sıra ilerimde, sol çaprazımdaydı. okumuyordu. telefonuyla oynamıyordu. sağa sola bakmıyordu. gözleri ayakucunda, düşünceliydi. kulağındaki müziğin etkisiyle başka bir dünyadaydı sanki. sakindi. duruydu. durgundu. bej renkli yuvarlak şapkası. ve şapkasıyla uyumlu büyük bez çantası. siyah sweatshirtü. koyu lacivert pantolonu ve siyah nike ayakkabılarıyla orda öylece düşünüyordu. nev-i şahsına münhasır bir dinginliğiyle, zarif oturuşuyla vagonun parlayan yıldızıydı. fakat farkında değilmiş gibi duruyordu. nuri bilge ceylan filmlerinin açılış sahnesine en büyük aday olduğundan habersiz.. sanki o da bir arafa sıkışıp kalmış gibiydi. lakin çıkmak için çaba da sarf etmiyordu. olayları akışına bırakmış gibiydi. dinginliği ve duruluğu belki de bu yüzdendi. şayet ilk durakta inip gitmeseydi hakkında ve hakkımızda daha fazla şey öğrenebilirdik. kim bilir belki araftan bile çıkabilirdik!
...
ne diyordu şarkıda ?

içimde koşup durma
ben yoruldum, bir yerde öyle dursam..

olma mı?
.