" giden bir kadının, bir adamın kalbinden götürdüğünü bütün dünya bir araya gelse yerine koyamaz."
kitabı kapadım. on dördüncü (gerçekte sekizinci) sayfa ve beşinci paragrafta.
sonra hatırladım. tarık tufan'ın senaryosunu yazdığı bir filmi izlemiştim yıllar evvel. yine böyle nehir üzerinde, boşlukta salınan dal parçası gibi oradan oraya savrulurken. güzel filmdi. hisli bir filmdi. ama ismi aklıma gelmiyor bak şimdi. oyuncuların sureti geliyor nerdeyse. lakin filmin ismi yok. bir müezzin ile hristiyan bir kadının aşkıydı konusu. ya da ve sadece müezzinin çıkmazıydı. meksika açmazıydı. bulursam yeniden izleyeceğim. çok sevmiştim. hatta ve belki burada filmden bir replik de paylaşmış olabilirim. ama işte adı aklıma gelmiyor. google'da aramak da şimdi işime gelmiyor. çünkü durmaksızın yazmak geliyor içimden.
on dört gerçekte sekiz sayfa ile bir kitap yorumu yapılabilir mi?
ne kadar sahici, ne kadar anlamlı olur?
olsun.
her şeyin de anlamı olmasın. biraz dağınık kalsın ne olur?
bugüne değin hep başkalarının standartlarına, dayatmalarına göre yaşadık da ne oldu?
ne anladık bu aşktan doktor?
kasım başında yeni bir hayata adım attığında şöyle dediğimi hatırlıyorum. artık içimden geleni yapacak ve yazacaktım. başkalarının ne dediği ne gördüğü umurunda olmayacaktı.
peki ne oldu 60 günde?
başta umutluydum. ama ve sonra alışıldık standartlarla bir med-cezir gibi yine kendi içlerine çektiler beni. ha yanlış anlaşılma olmasın çektiler derken suçlama değil. tespit. yeterince dirayetli duramadım demekki. -öz eleştiri.-
şimdi işte şanzelize düğün salonunun artık bildiğiniz sayfasında aydınlanma değil de bir patlama yaşadım sanki. ya da alışılmadık bir enerji kağıda kaleme sarıldım. en yakınımda telefon vardı. ona yapıştım. joy fm'de çalan anlamını bilmeden seveceğimi umduğum şarkılar eşliğinde nefes almaksızın yazıyorum şimdi. filmin adı hala aklıma gelmedi. ama bu yolculuğu sevmeye başladım. filmin arka planda, yazının sonuna doğru aklıma gelmesini umuyorum.