fazla podcasti olan var mı? - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

fazla podcasti olan var mı?



para verseler beş dakika durmayacağım yerde, kadıköy yeldeğirmeni ayazında tam yirmi üç dakika sokak ağzına denk gelecek şehir hatları vapurlarını bekledim. savaş muhabiri tadında arkamdan sinsice gelen araçların altında ezilme tehlikesiyle çömeldim, yan yattım, eğildim ve o cereyan boşluğuna aniden giren vapurların fotoğrafını çektim. çektirdim kendime. üstelik hastalığı tamamen üstümden atamamışken. sonucu artık eve gidince öğreneceğim! şimdi aç karnımı doyurmaya, moda çay bahçesine oturdum. çayımı ve tostumu beklerken denizden tarafa, uzaklara bakıyorum. aslında hiç dolmayacakmış gibi duran içimdeki boşluğa bakıyorum. 
mesela şu ahırkapı önünde demirlemiş ağır tonajlı gemiler, göğsümde oturan öküzlere ne çok benziyorlar..
....
çayımı ve tostumu getiren garson;
- şeker alıyor musun abi dedi.
normalde şeker kullanmadığım halde 
- bir tane ver dedim.
iki tane verdi.
bir tanesini kırıp yarısını su bardağındaki çayıma attım..
....
teknolojik ve sosyal şeylere oldum olası geç iştirak etmişimdir. merak duygunun eksikliğinden mi yoksa ihtiyaç duymadığım bir şeye ihtiyacım olana kadar hasletmediğinden mi yahut  hangisine girdiğimi hala kestiremediğim şu geometrik kuşakların eskilerinden olduğumdan mıdır bilmem çok duymama rağmen daha düne kadar podcast dinlemişliğim yoktu. dün işte; konserve ruhlar'ın son yazısında  bahsettiği psikaytr dr gülcan özer'i merak ettim. hayatımın ilk podcastini dinledim. arkası zaten çorap söküğü gibi geldi. bir de yürürken podcast dinlemek boş boş şarkı dinlemekten daha faydalı, daha güzelmiş gençler! ha bana kimse söylemedi. hatta 8 milyarlık küçük dünyamızda bunu keşfetmemiş üç beş insandam biriyim belki ama benim gibi kıyıda köşede kalmış olanlar varsa diye yazayım..düzenli yürüyüşçüyseniz, ilgilendiğiniz bir konuda podcast dinlemeyi bir deneyimleyin derim.. hani bunaltan yaz sıcağında denize giren arkadaşınız siz kumda cozurdarken bağırır ya denizden karaya doğru; "su çok güzeel, gelsene" işte öyle bir şey!
....
çayın tadı, demi şehirlerarası otobüs yolculuklarında gece içilen çaylardan halliceydi. gerçi tostla birlikte kıvamını tam anlamadım. ve nasıl oldu bilmiyorum ama dönerin son lokması ile ayranın son fırtını denk getirdiğim gibi tostun son lokması ile çayın son yudumu denk geldi. lakin çaysızlığım geçmedi. uzaktaki, bordo hırkalı garsona sağ işaret parmağımı başımın üstünde tutarak gösterdim. çay mı dedi. evet dedim.
....
bu gönüllü aylaklığımda diyorum; fotoğraf çekmek ve arada bu bloga yazmak tek kurtuluşum gibi. boşluğun büyüyüp patlamasına mani oluyorlar. fotoğraf işini geliştirmeyi düşünüyorum. bakış açıma güveniyorum. makineme de güveniyorum. lakin şu anda ehliyeti olup araç kullanma tecrübesi olmayan acemi şoför gibiyim. makinenin pratik ve teknik kullanım özelliklerini tam bilmiyorum. otomatik ayarı sevmiyorum. arabayı bile manuel kullanırım. ezcümle 1/3 kuralını, diyagonel fotoğraflarını, ters ışığı, pozlamayı, diyaframı, netleme vb teorileri es geçip sadece makinenin pratik kullanımlarını gösterecek yani makinenin hakkını verdirecek uygulamacı kurs yahut hoca arıyorum bugünlerde. ilgilenen presentabl adayların diyorum, posta kutusu 007, kavaklıdere-ankara adresine...
....
bunları kafamdan yazarken bordo hırkalı garson çayı hemen getirdi. buyrun efendim diyerek kırmızı beyaz renkli, piti kareli masa örtüsünün üzerine bardağı bıraktı. ben teşekkür ederken o diğer masalardakilerin isteği var mı diye şahin gibi etrafı kolaçan ediyordu.
.... 
bugünlerde her zamankinden çok, boşlukları dolduracak, kafamı meşgul edecek, gündemden ve gezegenden uzak tutacak dizi ve film arıyordum. yine konserve ruhların yazısında geçen inside man'e başladım. 1899 ve modern love ile birlikte üç diziyi bir arada izliyorum. inside man ama acayip başladı. tamamı dört bölüm. ikisini bitirdim. çoğunuzun dr who'dan tanıyıp sevdiği benimse broadchurc'dan hasta olduğum david tennart'ın dizide olması izlemem için yeterdi zaten.. tekrar ediyorum, iki bölüm itibariyle çok acayip gidiyor çok..
ama ben aslında ve daha çok trt2'nin aralık filmlerinin reklamında rastladığım yarına dönüş (2015) isimli, belçika asıllı 'fantazi' filmine takıldım. esas adamlarımız geçmişe e-mail gönderip geçmişin ayarlarıyla oynuyordu. böyle yazınca akla the lake house ya da geleceğe dönüş filmlerinin gelmesi normal. sadece anımsatıyor ama. onlarla uzak yakın ilgisi yok.. bu filmimizde "hayırlı bir iş" yapılsa da her seferinde bir musibet düzelirken yerini başka bir musibet alıyordu. her denemede paralel evren üstüne paralel evrenler falan. lakin benim filmde takıldığım yahut merak ettiğim; paralel evren var mı yok mudan ziyade şayet böyle bir evren olsaydı öteki paralel veya paralellerdeki ben nasıl bir adam olurdum. filmi izlerken bu geldi aklıma. elbet öngörülerim, tahminlerim de oldu ama burada yazacak değilim sayın okuyucu. o kadar da değil.. söylemiştim; mahremiyet denen bir şey var sonuçta!
....
garson bir kez daha tepsisinde kalan son bir bardak çayla yanıma yaklaştı.
- çay ister misiniz diye sordu.
hem de nasıl istiyordum ama onların çayını değil. çölde aşkını arayan mecnun yahut susayan bedevi gibi çay istiyordu canım. duble bardak da küçük bardak da ağzımın tadını bozdu. dünyadan soğuttu. bunu garsona söylemedim tabi. onun yerine hesabı istedim. hava da yavaştan ve iyice serinlemeye başlamıştı zaten.
.