tuhaf. işe gittiğim pazartesi sabahlarında ve ofisin dev camekanında bulutlara bakarken ki hapsedilmişlik hissi, işe gitmek zorunda olmadığım bu pazartesi de geçmiş üç pazartesi de devam ediyor. işyeri mecburiyeti, sanki dünya hapsine dönmüş gibi ibrahim.
ilk defa tattığın bir yiyeceğin ağızda bıraktığı mayhoş, buruk bir tat gibi şimdi bu özgürlük günlerinde hissettiğim. öyle dışarıdan bakıldığı, özlenildiği ve özenildiği gibi değil hiç bir şey. çünkü eksik bir şey hep var!
üstüne teşhis yanlış olunca, haliyle tedavi de sonuç vermiyor. aslında az çok tahmin edebiliyordum bu durumu. türküz sonuçta! önlem almadım. atalarım gibi son güne bıraktım. ama ve yine de pes edecek değildim. inadım çünkü arnavutlara kök söktürür, iskoçlara rahmet okutur. kulakları çınlasın ferzan öyle derdi. ferzan kim? lise sondaki sevgilim. ama konu şimdi sevgili ferzan değil. mevzu geleceğim İbrahim. bu amaçla attım kendimi sokağa diyeceğim ama yalan on büyük günahtan biri. tamamen doğaçlama çıktım evden. önce semtin parkına gideyim dedim. içim almadı. ilk gelen dolmuşla sahile indim. iner inmez de susamış gibi fotoğraf çekmeye başladım. bu kadar çok fotoğrafı en son babamın öldüğünün ertesi haftasında çekmiştim. şimdiki gibi akıllı telefonlar yok tabi o zamanlar. emektar nikon coolpix vardı. oto boka, insana, hayvana, ağaca önüme çıkan her objeye flash patlatmıştım. çoğuna da bakmadan silmiştim sonra. diyeceğim o ki; üzgün ve sıkıntılı olduğunda kimi koşar, kimi saçını değiştirir, kimi temizlik yapar, kimileri deniz kenarına atar kendini. ben de işte hem denizin kollarına bıraktım kendimi hem de bol bol fotoğraf çektim. tahmin ediyorum şu son bir saatte bin kareyi geçmiştir çektiklerim. bunda sanırım cumartesi akşamı izlediğim 91 model proof filminin subliminal etkisi olabilir. russell crowe bayağı bir bebeymiş o vakit. ama huysuz ve doğuştan kör arkadaşı çok iyi performans çıkarmış. hani baktığında hiç bir albenisi, şaşaası olmayan sıradan, sade bir film ama işte bu sadelik sonuna kadar usul usul izlettiriyor kendini. sonunda da "adam görmeyen gözüyle neler yapıyor, biz neler?" dedi sanırım iç sesim. kendimi lodosu arkasına alıp dayılık taslayan hırçın dalgaların arasında buldum. sahilde bir de sandalye buldum. adalar istikametinden gelip bostancı sahiline vuran dalgaların coşkusunu yakalamaya çalıştım. bir çok şey yakaladım. dahası sabahki kasvetin, sıkıntının içimden uçup gittiğini, duvara toslayıp dağılan su damlacıkları gibi havaya karıştığını gördüm. tabi şimdilik. bir vakit sonra bu hissin beni yeniden ziyaret edeceğini biliyorum. belki yarın belki yarından yakın. lakin hayat öyle böyle geçecek, geçiyor. hazan mevsimindeki recep dayı'nın deği gibi bu dünya boş, her şey boş. mühim olan hoş bir sada bırakmak giderken, hoş bir sada.
bırakıyor muyuz peki?
tartışılır...
.