muhsin geldi
ankara'dan. nam-ı diğer voltran muhsin. istanbul üniversitesi’nden okul, kartezyenoğulları plazadan dört buçuk yıllık iş arkadaşım. yaklaşık beş yıldır görmemiştim
onu. bu sabah ben doktordayken mesaj atmış.
"kadıköy'deyim mito. akşama kadar buradayım. akşam 9 uçağıyla
londra'ya uçuyorum. bugün mutlaka buluşalım" yazmış.
işyerinden tam gün izin almıştım. canım da sıkkındı zaten. on bir buçuk
gibi kadıköy'deki nazım hikmet kültür merkezi'nde buluştuk. biraz kilo almış,
sakal bırakmış, saçları da uzatıp arkadan at kuyruğu yapmış. hiç onun tarzı
olmayan şeyler. ben daha bu fiziksel değişikliğini sormaya fırsat vermeden,
götünü sandalyeye koyar koymaz ;
- bu
sefer parayı bulduk mito. paraya para demeyeceğiz oğlum dedi.
"bir silkinin, kendinize gelin be oğlum. gelecek ithalat-ihracatta.
ucuza alıp pahalıya satacağız. otuz yıl boyunca burada veliefendi'nin atları
gibi sabah akşam turnikeden mi geçeceksiniz" derdi. kanımıza
girerdi. kısa yoldan ama namusuyla köşeyi dönmenin hesaplarını
yapardı. hepimizin farklı maharetleri vardı tabi. ben maliyeci
babamın etkisi ve özel merakımdan da dolayı vergi ve mevzuat konularında
iyiydim. metin'in de babasının batırmadan önceki işleri dolayısı ile çevresi
çok genişti. pazarlamaya dili de fiziği de yatkındı. son derece prezantabl idi.
muhsin zaten doğuştan lider bir girişimciydi. güçlerimizi birleştirmeliyiz,
voltran'ı oluşturmalıyız deyip dururdu iki de bir. bu yüzden bir süre sonra aramızda voltran demeye
başladık muhsin'e. voltran aşağı voltran yukarı.önceleri garipsese de sonradan sahip çıktı bu lakaba. bir bayrak,bir marka gibi taşıdı sırtında muhsin. hatta şirketin isminin 3m group voltan iç ve dış ticaret olması için yoğun baskı yaptı bize.
...
işten erken çıktığımız o karlı gün işte, barbaros bulvarı'na doğru yürürken tam dedeman otel'in önünde patlattı bombayı muhsin.
- çinlilerle
iş bağlantısı yaptım. paranın amına koyacağız beyler. hazırlanın voltran'ı oluşturuyoruz.
fırtına
öncesi sessizlik oldu adeta aramızda. zaten soğuk olan ortam iyice buz
kesti. iki üç haftada bir bu tarz haberlerle geldiği ve bir sonuç
alamadığımız için önce ciddiye almadık herzeyi. ama ısrarcıydı muhsin. üstelik
önceki girişimlerin hiçbirinde bu kadar heyecanlı, bu kadar ihtiraslı ve iddialı
değildi.
- alooo kime
diyorum. ne diyorum oğlum ben? bağlantı. çinliler. napolyon. mani mani mani
dedi baş parmağını işaret ve orta parmağı üzerinde ileri geri gezdirerek.
bulvarın denizden
esen buzla sarmalanmış rüzgarını yüzümüze yiye yiye ve yerde biriken kar
birikintilerine bastıkça çıkan kart kurt sesler eşliğinde beşiktaş iskeleye yürürken muhsin kanatlarını kabartarak, kedi olalı bir fare tutmanın hazzıyla ve
iştahıyla anlatıyor, kanatlardan sıfıra inip bize gollük ortalar yapıyordu
adeta.
-beyler oyuncak, kırtasiye malzemesi türünde otuz bin dolarlık anlaşma
yaptım. biz paranın yarısını gönderdikten sonra malı gönderecekler, biz de kalan
yarısını ödeyeceğiz. malın bir kısmını gittigidiyor.com'dan bir kısmını da
metinin pazarlama marifetiyle buradaki kırtasiye ve oyuncakçılara satacağız.
depo olarak metinlerin evinin altındaki boş dükkanı kullanacağız. kendi şirketimizi
kurana kadar, işlemleri metin’in babasının gayri faal şirketi üzerinden
yürütürüz. mito bu vergi-muhasebe vs işleri de sen halledersin zaten.
.
bugün işte hastaneye diye izin aldım şirketten. sabah on gibi doktora
girdim, çıktım. muhsin'in mesajını ve cevapsız aramalarını gördüm sessiz
telefonumda.
.
fiziği
dışında hiç değişmemişti muhsin. konuşmayı, anlatmayı seven aynı heyecanlı,
aynı girişimci ruh. otobüste, parkta rast geldiğim dedikoducu ablalar gibi
nefes almaya hiç ihtiyacı yokmuşcasına, tesbih ipine boncuk dizer gibi ardı
ardına sıralıyordu kelimeleri.
-biliyorsun
kız kardeşimi ingiltere'ye gönderme hayalim vardı. en sonunda geçen sene
yolladım. orada işe de girdi. tembih etmiştim giderken. gözünü aç kızım diye.
geçen hafta aradı. çalıştığı firmanın bir tedarikçisi ile bağlantı kurmuş.
işleri büyütüyorlarmış. yeni mağazalar açacaklarmış ve tekstil ürünleri
ithalatı için türkiye'den bağlantı arıyorlarmış. metin'le görüştüm. kendi
firmasından bir ay vadeli alacak malları biz de ingiltere'ye peşin olarak
ihraç edeceğiz.
söyle şimdi
var mısın yok musun mito, voltran'ı oluşturuyor muyuz oluşturmuyor muyuz ?
cevabımı beklemeden
ve nefes dahi almadan sandalyesini masaya biraz daha yanaştırıp sormaya devam
etti.
bir süredir kendi kendini yiyip bitiren ve külü masaya düşmekte olan
elimdeki sigaraya baktım önce. sonra da muhsin'in sanki on sekiz yıldır bu anı
bekleyen çocuk ve telaşlı yüzüne.
içimdeki
hararetin ve ne diyeceğini bilememenin etkisiyle buz gibi olmuş, hoşaf suyuna
dönmüş çayın dibini kafama diktim. yüzümü ekşittim. derin bir nefes aldım.
bedenimi filmlerde önemli sözler söyleyecek adamların pozisyonuna sokup sesimi
de mümkün olduğunca yumuşatarak;
-bak muhsin dedim. mesajın geldiğinde doktordaydım. bir süredir iyi
değildim. geçen hafta bir takım testler yaptırmıştım. bugün tahlil sonuçlarını
gösterdim. ne yazık ki çok fazla vaktim yok.
duramadı, araya
girdi yine.
-benim de yok
mito. sen evet dersen burdan notere gideceğiz sana vekalet vereceğim ki
ingilizlerle anlaşmayı yapar yapmaz şirketin kuruluş işlemlerini halledesin
bıraksam daha
konuşacaktı. ama ben fazla dayanamadım, sağ avucumu neredeyse yüzüne dayayarak
dur işareti yapıp susturdum onu.
- doktor, 6 ay daha ya yaşar ya yaşamazsın dedi muhsin.