anlat İstanbul - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

anlat İstanbul

 


bir gün yine marmara denizi'nin kenarına oturmuş yanımda sen varmışsın gibi soluksuz anlatıyorum. bir de işte karşıda burgaz. ikinize anlatıyorum sadece. pazar sabahının yedisi. uzun yürüyüş parkurunda bir iki koşucudan başka kimse yok. martılar bile uyanmamış. ben susamış gibi anlatıyorum sana.

.

laf oraya hangi arada ve ne şekilde geldi bilmiyorum. ama hava bir ara bayağı serinledi. mevzu zehraydı. lise üç aşkım, şair zehra. bana göre dünyanın en güzel şiirlerini yazan ve okuyan zehra. bir akşam evlerinin önünde 10-12 nöbeti tutarken abilerinden uğruna fena dayak yediğim zehra. onun ela gözlerini, meg ryan'a benzeyen kısa ve sarı saçlarını, şiirlerini tane tane okurken insanı nirvanaya eriştiren yumuşacık ses tonunu falan anlatıyordum. niye bilmem? oysa hiç böyle yapmazdım. hikayenin ortasından başlamazdım yani. ama başlamıştım bir kere. atı alan üsküdar'ı çoktan geçmişti. o dayaktan bir ay sonra, okulun bitmesine yakın abileri aldılar sivas'a götürdüler zehra'yı. tehdit falan etmişler kızı. zehra gidiş o gidiş. dönmedi bir daha, ne İstanbul'a ne de bana. peşinden gitmez olur muyum, gittim elbet. bir posta dayak da sivas şarkışla'da yedim. dayak değil ama o soğuk neydi öyle ben böyle mayıs soğuğu görmedim hayatımda. zehra'yı da göremedim bir daha. haber almaya çalıştım. yıllar sonra bir sınıf arkadaşımdan öğrendim. akrabalarından varlıklı bir adamla evlendirmiş abileri. iki çocuğu olmuş ama mesut olamamış. yerel bir iki gazete ve dergide şiirleri yayınlamış. sonra şiiri de yazmayı da bırakmış. hayatına başka bir paralelde devam ediyormuş şimdi. bazen ve sanki onun bıraktığı yerden devam ediyormuşum gibime geliyor. bir sıkışmışlığın orta yerinden bildiriyorum kaç zamandır. oysa kimse farkında değil. ne etrafımdakiler ne de zaman. hatta bazen ben bile. şimdi işte zehra'ya nasıl geldiğimizi bilmediğim gibi spot ışıklarının bana, içime ne vakit döndüğünün farkında değilim bu yağmurlu ve soğuk ekim gününde. çünkü olaylara anında ve büyük tepki vermekle ünlendim işyerinde. sinirlendiğimde sesimin üç kat aşağıdan duyulduğunu geçen gün öğrendim mesela. bunu haksızlık ve ahmaklık karşısındaki dayanılmaz ruh hafifliğimle açıklayamam. yaz ile kış arasına sıkışmış ekim kararsızlığında doğmuş olmamla da açıklayamam. hiç bir şey ile açıklayamam. sessizce kırılmış kalpleri onarmaya çalışmakla, geç kalınmış pişmanlıklarla ve şarkılardan arta kalan avuntularla da düzeltemem içimde büyüyen boşluğu. mütemmim cüzim haline gelen pazar yürüyüşlerimi, cumartesi alışverişlerimi, oto boka fotoğraf çekmelerimi, dur duraksız yazma isteğimi, kuşlardan ve bulutlardan sebep başım havada gezmelerimi falan diyorum. anlatamam, açıklayamam. çünkü bu hep böyledir. insan içindeki hüznü ve kederi ya konuşarak yahut yazarak akıtır. rahmetli babam çok konuşurdu. iyi de konuşurdu. bir kaç kez onun gibi konuşmayı denedim. olmadı. başaramadım. fıkra bile anlatamadım. şarkı söylemezdim. resim çizemezdim. fakat içimde birikenleri döküp saçmam lazımdı. biraz geç oldu ama yazıyı fark ettim sonunda. o günden beri işte yazarak anlatıyorum içimdeki boşluğu hem dünyaya hem kendime. bunun iyi mi kötü mü olduğuna hala karar verebilmiş değilim. hayata bok atmak en kolayıdır biliyorum. lakin işte hayat benim bu yaz ile kış arasında kalmış dilemmamı kötüye kullanıyor. hep çalışmadığım yerlerden önüme sunuyor fırsatları. griye şans tanımıyor. ya siyahı ya beyazı seçmemi dikta ediyor. öyle olunca da zorlanıyorum. çok zorlanıyorum. özdemir asaf gibi hep bir yokuşun başında kendimle dövüşüyorum. sesimi üç kat aşağıdan duyuyorlar. yine de kal diyorlar. gitme. biz seni üç kat aşağıdan duyulan sesinle, sabahın yedisinde demlediğin çaylarla, işine kendini adamışlığınla, karadeniz gibi dalgalanıp durulan hallerinle sevdik diyorlar. istersen her gün de gelme haftada bir iki gün gel diyorlar. artık yorulduğumu, yıldığımı bildikleri halde. hayallerimin önüne perde çekiyorlar. bunu götüm kalkmasın diye direk de yapmıyorlar. aracılar, elçiler aracılığı ile yapıyorlar. zamanında istediğim halde yapmadıkları şeyleri giderayak gerçekleştirerek yapıyorlar şimdi. kafamı ve midemi bulandırıyorlar. oysa ben bir trenin yemekli vagonunda hiç bir şey düşünmeden, dağ bayır dere tepe orman ova kar yağmur demeden uzak ihtimalime gitmek istiyorum. şartlar denen o vahim şarlatanı ekarte ederek, içimde sıkışıp kalmış çocuğun elinden tutarak diyorum babamın ve zehra'nın bıraktığı yerden uzun uzun anlatmak istiyorum. ama yorgunum. anlatamıyorum.

sen anlatır mısın İstanbul?
.