erenköy derler bir yerdeyim. dört sene önce güleryüz ve ilgisine hasta olduğum doktordan genel tahliller için randevu almıştım. her zamanki gibi yine bir saat önce geldim. 'hayattaki şansım' bugün benden yanaydı. önce durağa iki adım kala treni yakaldım. sonra on dakika beklemeden kapının üstündeki bilgisayarda adım yanıp sönmeye başladı
doktor bey, yine mütevazı. yine güleryüzlü. yine insandı. böyle doktorları görünce insan hep hasta olmak istiyor! ben de devlet hastanelerinde pek görmediğim bu inceliği görünce ince hastalığa tutuluyorum. önce adımı teyit etti. hoşgeldiniz dedi. size nasıl yardımcı olabilirim dedi. meramımı söyledim. tetkikleri yaptırın tekrar görüşelim lütfen dedi. o hemen yarın görmek istedi. ama ben işlerim yüzünden haftaya cumayı istedim. benim masadaki takvime benzeyen, ajandalı takvimine baktı. haftaya cuma günü 14:00 için anlaştık. kan odasına indim. barkod yerine sıra numarası verdiğim için mavi gömlekli hemşirenin ukalalığını ted lasso taktiğiyle sineye çektim. eşiyle, çocuğuyla ya da amiriyle yaşadığı gerilimi üstümde eritmesine kızmadım. sakin bir şekilde "öğleden sonraki tokluk şeker tahlili için saklamıştım" dedim. bunun üzerine de iki gram ukalalık yaptı. yine ses etmedim. kuş lastiği ile sol kolumu sıkmasını izledim. iğneyi batıracağı zaman başımı pencereden yana çevirdim. çok acımadı. ama işlem uzadıkça sinirlerim gerildi. tüp üstüne tüp değiştiriyordu. saymadım ama beş altı tüp olmuştur. nihayet bitti. pamuğu sol dirsek içime sıkıştırıp tamamdır, kalkabilirsiniz dedi.
şimdi işte, tokluk şeker tahlili vermek için aç karnımı doyurmaya geldim. kolesterol tahlili verip pastaneye koşan ender insanlardan biri olduğumu düşünüp salakça kendime güldüm. garson görmedi ama karşı masamda oturan sarışına yakalandım. görmezden geldi. sanırım yakalanmamdan çok buna bozuldum. neyse, hamur deposu, kolesterol azmanı bu yeri seçmek için geçerli sebeplerim vardı. burası hem hastaneye yakın, hem cadde üstü hem de sonbaharı iliklerine kadar hissedebileceğin bir mekandı. her şeyden önemlisi çayı çok iyiydi. tabi hepsi dört sonbahar önceydi. o zaman trenler marmaray olmamış, dünyaya pandemi gelmemiş, usa başkanı biden gaflarına başlamamış, elon musk twitter'a sulanmamıştı.
kenarda, caddeye ve dünyaya hakim küçük bir masa buldum. sol üst köşemde masmavi gökyüzü ve beyaz bulutlar, önümde asırlık çınar ağaçları, kulağımda yabancı etiketiyle kayıt edilmiş anlamını bilmeden sevdiğim şarkılar vardı. çayı bıraktığım gibi lezzetteydi. hamur işleri kendi ekşi mayalarından ve atalık, doğal buğdaylarındandı. iyiydi yani. yediğimi söylemeyeyim ama bir kupa, üç küçük bardak çay içtim. sabahtan beri devam eden yarım baş ağrım geçmedi. şık giyimli, saçları fönlü güzel kadınlar, uzun boylu yakışıklı adamlar, serseri ruhlu öğrenciler, hayatlarının bundan sonraki bölümünü düşünen adımlarla emekliler geçti önümden ama başımdaki ağrı geçmedi. vermidon içtim. biraz bulutları, biraz insanları izledim. baktım saat de hiç geçmemiş. tokluk tahlili için tam bir saatim var.
işbu yazıya nokta koyup çantamdaki kitabı okumakla kısa bir yürüyüşe çıkmak arasında kararsız kaldım. ama ikisini de yapmadım. gökyüzünde asılı kalmış gibi duran bulutlara bakıp ne olacak diye bekliyorum...
.
tom waits - how is it gonna end