bu sabah, evin içi hala ağustos, balkon eylül gibiydi. kahvaltı masasını balkona çıkardım. yukarıda güneş, gri bulutların arasından ha çıktım ha çıkacağım ve ortalığı yine yakacağım diye göz kırpıyordu. mavi şemsiyemi açtım. ama bir saat geçmesine rağmen güneş açmadı. ben şemsiyemi kapamadım. bir ara balkondan aşağıya bakındım. kumral, perma saçlı, beyaz tişörtlü, mavi kot etekli genç bir kadın küçük, beyaz bir süs köpeğini tasmasından çekiştiriyordu. ikisi de inatçıydı.
kadın, o küçük şeyle baş edemeyince çareyi kucağına almakta buldu. yüz metre kadar sert adımlarla gittikten sonra yorulmuş olacak ki tekrar yere bıraktı köpeği. yine birbirlerini çekiştirdiler. filmin devamını izlemedim. çünkü aklım başka yere kaydı. ikili ilişkiler, az önce izlediğim ikilininkine ne çok benziyordu. sanki bir taraf hep bakıma, ilgiye, taşınmaya ihtiyaç duyuyor. öteki de onu sırtında taşımaya. gözlemlerim de bu yönde. kadın ya da erkek fark etmiyor. çiftlerden biri ötekini taşıyor. ilişki hatta ömür boyunca bu böyle devam ediyor.(hastalık, yaşlılık bahsi elbet meclisten dışarı) buna fedakârlık diyorlar.
değil. düpedüz; ahmaklık. çaresizlik. korkaklık. ya da başka bir şey. ama fedakarlık değil.
sağlıksız bir ilişki.
sonuç; sınırsız mutsuzluk.
bıçak gibi kesilip atılmıyorsa, yara kangren oluyor. hastalar da ex!
her iki taraf da durumun farkında olmasına rağmen aile, mahalle, çocuk, ekonomik vs baskılardan dolayı mış gibi yapılıyor. dünyanın mutsuzluk katsayısı katlanarak artıyor. öyle yani. ben böyle düşünüyorum. siz de bir düşünün abiler!
.
öğlen. iki gibi. nefes alamaz oldum evde. midemde futbol topu büyüklüğünde bir sıkıntıyla çıktım dışarı. parka doğru yürürken nil ipek'in havada bir hinlik var şarkısını dinledim defalarca. şarkı çalarken midemdeki topun sebebini aradım. bir sürü ihtimal sıraladım. muhteşem olmasa da altı günlük iş ve hayat telaşından ayrı kaldığım iznimin bitmesine bağladım ilkin. ikna olmadım. sonra işyerinde benim çözmem için biriktirilen, bok püsür işler yüzündendir dedim. onlarcasını çözmüş biri olarak kendim bile inanmadım bu sebebe. sonra ev sahibim geldi aklıma. devlet bu konudaki kırmızı çizgisini çekmiş olsa da önümüzdeki ay bir sinir harbi yaşayacağımız belliydi. ama o tartışmayı da iki ay önce yapmıştım kafamda. bir de dolunay yavşağı var tabi. aslında ve doğrusu çok inanmadığım bu astroloji şeylerine juno sayesinde biraz kafam yatar gibi oldu. belki diyorum merkür retrosu ile mars retrosu kara delik açıklarında dolunay için kapışmışlardır falan. ne bileyim. ama ve sonra bugünün pazar olması geldi aklıma. sıkıntı için en mantıklı sebepti buydu sanki. ama asıl sebebin bu olmadığını biliyordum. kendime dürüst değildim. bunu da biliyordum. lakin elimden bir şey gelmiyordu. düğüm. düğüm. kördüğüm olmuştum. parkta dün oturduğum rüzgarlı banka çekirdek bir aile kahvaltıdan öğleye sarkan piti kare muşamma örtülü bir sofra kurmuştu. arkadaki ikiz piknik masasından birine oturdum. biraz ahmet mümtaz okudum. biraz etrafı izledim. rüzgara teslim oldum. üşüdüm. üşümeyi özlediğimi fark ettim. daha çok üşüdüm. sonra genç bir kadın gelip yandaki masaya oturdu. bir sigara yaktı. sigarasını dumanı genzimi yaktı. kalktım başka banka gittim. fakat bank sıcaktan yanmıştı. oradan da kalkıp çimlere oturdum. rüzgar güzel esiyordu. sıkıntı gitmemişti ama tenis topuna dönmüş gibiydi. açık hava iyi gelmişti sanki..
.
akşamüstü. altı gibi. bir filme başladım. aslında juliette binoche'nin vizyona yeni giren both sides of the blade filmini sinemada izlemeyi çok istedim. fakat hem covid belasının tam bitmemiş olması, hem üşengeçliğim, hem de yalnız izlemek istemediğinden evde eski bir juliette filmine başladım. 2017 yapımı un beau soleil interieur (içimdeki güneş)
juliette hanım bu filmde, boşanmış, bir kızı olan ve 'uzun, siyah çizmeleriyle' aşk hayatında bir türlü dikiş tutturamayan ressam olarak karşımızda. hep yenilip hep deneyen şehirli bir kadın.
filmin tam ortasında ikinci aşığından da kazığı yedikten sonra mutsuz bir şekilde taksiye biner ve taksiciye nasıl olduğunu sorar. taksici şaşırınca da; "ben iyi değilim de mösyö sizin nasıl olduğunuzu sormak biraz konuşmak, mutlu musunuz gerçekten bilmek istiyorum" der.
taksici karadenizli hemşehrilerim gibi hazırcevaptır.
- mutluluk kolay olmuyor matmazel.
....
burada pause tuşuna bastım ve sordum kendime.
öyle midir?
hani bazıları çok küçük şeylerde buluyor ya mutluluğu. gerçekten öyle mi diye sormak istedim. ya da taksici mi haklı, çok mu bedel ödemek gerekiyor bir kuple mutluluk için?
yoksa mutsuzluk doğuştan üzerimize yapışan bir şey midir?
nedir, mesele nedir?
bilemedim.
oturdum, usul usul filmin kalanını izledim.
sonunda ve aslında; tüm o kararsızlıklarımızla, korkaklıklarımızla, duygusallıklarımızla yalnızlıklarımızla, yanlış ve aceleci seçimlerimizle hepimiz bu hayatın isabelle'yiz dedim.
evet böyle dedim.
.