77- gül cafe - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

77- gül cafe



dinlediğim şarkı ile içinde bulunduğum gerçeklik çok farklı. türkü ne kadar yavaş, ne kadar duygusalsa ben o kadar erkenci, bir o kadar tezcanlıyım. çünkü bir randevuma daha çok erken geldim. üstelik çantama kitap atmayı unutmuşum. bir ev yemekleri kafesinde çay içip kelimeleri hizaya sokmaktan başka seçeneğim yok. 
şikayetçi miyim? 
bilakis, berhudarım. 
hem işi kırıyorum, hem değişik iki üç insan yüzü görüyorum. haftanın beş günü, -çoğunda nasıl gidip geldiğimi, yolun nasıl bittiğini anlamadığım- ezberlenmiş rotamın dışına çıkıyorum ayrıca.
üçüncü gelişim bu soğuk, gri binaya. son gelişimde, devletin kanıksanmış mesafeli ve otoriter yapısına inat sevgili müfettişim olağanca sıcaklığıyla ve ‘devletin ciddiyetine yakışmayacak güleryüzlülüğüyle’ ; “yine erkecisiniz mithad bey” demişti salonda oturmuş onu beklerken. bu sabahki randevuma 1,5 saat erken geldiğimi bilse ne derdi acaba?
.
kafenin kaldırıma taşan masasında beklerken, bir yandan da bu dar ve üretken sokaktan geçenleri izliyorum. modern zaman köleleri, uykulu gözler ve yorgun adımlarla belki de -bayram öncesi- haftanın son mesaisine gidiyorlar. kuşlar deniz kenarına inmeden önce bu sabahki son açlık çığlıklarını atıyorlar. ve kamu binasının önündeki memurlar, mesaiden önceki son sigaralarını içiyorlar. yukarıdaki bulutlar ise hiç durmuyorlar. devamlı hareket halindeler. sanki sıcak iklimlere göç eden kuşların bıraktığı boşlukları dolduruyorlar. 
aslında erken gelmek, geç gitmek hepsi bahane benim için. köpükten balonları yakalamaya çalışan çocuklar gibi hayatın içinden düşen kelimeleri, cümleleri yakalayarak hayata tutunmaya çalışıyorum bir nevi. herkesin hayata asılma biçimi farklı. şairin dediği gibi;  “kimi şarkılara, kimi şiirlere, kimi de kitaplara tutunuyor. insan, insana tutunamayınca”*
ben de işte latin harflerine tutundum, gidiyorum 
bir süredir.
.
sonra işte, o geldi. sarı, dağınık saçları, makyajsız ama uykulu yüzüyle yeterince etkileyici idi. ekstra bir şey yapmasına gerek yoktu. ama ve yine de beyaz, sade tişörtünün altına giydiği siyah pantalonunun cebindeki elleriyle umursamaz, serseri yürüyüşüyle, ben dünyayı çözdüm siz halinize yanın olm der gibi gülümsemesi, sırtında dünyayı değil de sadece ve gerçekten küçük bej çantasını taşır halleriyle, kısa ama kararlı adımlarıyla, mağrur duruşuna eklediği ‘ben bu dünyanın anasını satmışım adamım’ havasıyla bu dünyadan olamazdı. aurası önce gül sokaktan kadıköy’e, oradan marmara denizi’ne ve sonra çanakkale boğazı’ndan akıp tüm okyanusya’ya yayıldı. sokakta hayat, o geçip gidene kadar bir kaç dakikalığına durdu. dünya dönmekten vazgeçti. kuşlar çatılarda tek sıra esas duruşa geçtiler. o ise kırmızı pabuçlarıyla rüzgar gibi geçip gitti dünyamızdan. kamu memurları sigaralarından son nefeslerini çekip içeri girdiler. son bulut kümesi, marmara denizi’ne doğru hareketlendi. içimden bir ilhan berk dizesi geçti; “neden bu huzursuzluk dünyada biliyor musun? tutup biraz olsun tanımamışız birbirimizi.”
sonra saatime baktım. randevuma daha elli beş dakika vardı. güleryüzlü, esmer zayıf garsondan bir çay daha istedim.
.
* ramazan samet yılmaz