bir belediye parkında ve güneşin altında emekliliğimi bekliyorum. kalkıp buradan işe gitmek istemiyorum. aslında hiç bir yere gitmek istemiyorum güneş batana kadar. bu parkı seviyorum çünkü. çölde bir vaha gibi adeta. az önce daireler çizerek yürürken genç fidanların ne kadar büyüdüğünü aklımdan geçirdim. düşünecek onca şey varken niye genç fidanlar? bilmiyorum. ama fidanlarla birlikte sorunlarımızın da azalmayıp her geçen yıl daha da çoğaldığını düşündüm. tam yedi sene önce bu parkta, bu fidanlar yeni yeni dallar ve yapraklar veriyorlardı. onlara bakıp yeşilin kokusunu doyasıya içime çekerek bir sürü şey düşünüp üst üste cümleler devirdiğimi hatırladım. güzel günler, sıkıntılı haller, sıkkın vaziyetler, heyheyli düşünceler hep bu parkta. hep güneşli vakitlerde. farkında olmadan ne çok şey paylaşmışım bu parkla ve genç fidanlarla. seneye bu vakitler artık buralarda olmayacağım. belki bir nevi veda turları atıyorum. üşüten poyraza rağmen, bunca ‘şükürsüzlükte’ şükranlarımı sunuyorum park ve mütemcüzlerine. ya da işte in the name of the father’daki gerry conlon gibi vakit geçiriyorum en basitinden. belki de solumdaki amcalar gibi amaçsız olmaktan, bir işe yarayamamaktan korkuyorum. misal uzaktaki bir bankta iki kişi. birinde baston. öteki başını zor tutuyor. onca rüzgara fırtınaya rağmen hareketsiz duran kuru ağaç dalları gibiler. çok yavaş hareketlerle ne konuşuyorlar bilmiyorum. ama yorgunlar. yaşam yorgunları. onlardan daha yakın bankta ise biri ayakta, ikisi oturmuş üç amca. hararetle bir şeyleri tartışıyorlar. dökülen saçları ve beyazlayan sakallarına aldırmayan heyecanlarıyla yaşam sevinciyle dolu gibiler ama her şeye rağmen yüzlerine yapışan hüznü ve kırgınlıkları saklayamıyorlar. kim bilir ne istemişlerdi de vermemişti hayat onlara da. peki şimdi bu kadar iştahla neyin kavgasını veriyorlardı? kulağımdaki müzikten duyamıyordum onları. mesai başlayalı on dakika olmuştu. müziği kapatıp mecburen ayaklandım. yolu uzatıp amcaların tarafından yürüdüm şirkete. aralarından geçerken istemeden değil taammüden kulak misafiri oldum sohbetlerine. beni şaşırtmışlardı! ne içinden geçtiğimiz ekonomik felaket, ne nagehan alçı’nın imamoğlu gezisi, ne göçmenler ne de akşam açıklanan iki milyon liralık ev kredisiydi muhabbetleri. bayburtlu süleyman’ı çekiştiriyorlardı kahkahalar eşliğinde. aslında hayat bu kadar basitti işte. sen istediğin kadar kendini parala, parçala, yaz, çiz olacak olan da ölecek olan da su gibi akıp nihayete varıyordu bir şekilde..