kahverengi bir çarşambadan sapsarı bir cumartesiye* oradan mavi pazara - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

kahverengi bir çarşambadan sapsarı bir cumartesiye* oradan mavi pazara



IV
kuşlar balkonu kirletmesin diye korkuluk niyetine klima motoruna bağladığım boş cd rüzgar kuvvetiyle duvara vurdukça ben de her seferinde boş bulunup bu ses de nereden geliyor diye bakınıyorum etrafıma. fakat bu bilinçsiz eylemim bana başka bir şeyi düşündürtüyor durduk yerde. bilinçli olduğunu sandığım ama bilinçsizce, eşe-dosta hatta kendime hep aynı şikayetleri ettiğimi, hep aynı hayalleri tekerlediğimi, aynı kısır döngüde yuvarlandığımı ama durumu düzeltmek için de hiç bir şey yapmadığımı görüyorum. (çok mu acımasız oldu? peki, yeteri kadar çaba sarfetmediğimi diye düzeltelim) ama işte nasıl diyorlardı eskiler? temcit pilavı gibi evet. ısıtıp ısıtıp aynı bahaneleri yemek de bir yere kadar. misal daha iki saat evvel okul arkadaşımla ettiğim muhabbeti kafamda geri sarıp oynattığımda iki gün önce de, ondan bir hafta on gün evvel de başka başka arkadaşlarıma ve hatta kendime aynı gerekçeleri sıraladığımı fark ettim. uyguladığı politikalar işe yaramayan marslı bir hükümetin yaptığı gibi “ama canım galaksinin tamamında aynı sıkıntılar mevcut, tek sıkıntı çeken biz değiliz” züğürt tesellisinde olduğu gibi ben de tekrar ve tekrar kendi kaçak tesellilerimi inşa ettiğimi görüyorum. üzülüyorum. kağıda kaleme sarılıyorum. yazıp yazıp siliyorum. hiç duymadığım, asla dinlemediğim ve belki de dinlemeyeceğim şarkıları dinliyorum. yürüme mesafesindeki yerlere arabayla, araba mesafesindeki yerlere yürüyerek gidiyorum. sahile inip otomobil yedek parçası, kedi maması, ham petrol, ayçiçekyağı, mercimek vb. taşıyan yük gemilerini izliyorum saatlerce. martıların naralarını dinliyorum anlıyormuş gibi. insanlara bakıyorum. ifadesiz yüzlerinde bir umut kırıntısı arıyorum beyhude. sonra ve zorla simit satmak isteyen simitçinin simidini almıyorum karnım tok diyerek. halbuki al, kayalıklarda martılara at ne olur değil mi? ama almıyorum da atmıyorum da. taş atıyorum tuzlu suya. lakin ikiden fazla sektiremiyorum taşları. yassı olanları arayıp bulmak lazım çünkü. hem taşları tek başına atmak bir süre sonra sıkıcı hale geliyor. yeni bir arayışa yeljen açıyorum. unutulmayacak bir mısra arıyorum şiir kitaplarında. yazsa yazsa cansever yazmıştır bu mısrayı diyorum. yerçekimli karanfil’e oturuyorum bostancı sahilinde. lacivert suda yansıyan güneş ışınları gözümü alırken sadece tek bir cümle, iki mısra alıp çıkıyorum koca kitaptan; 
sendeki bir şey
benim gözlerim
.
III
halbuki şöyle adam akıllı, uslu başlı, çamura batmadan, geyiğe yatmadan uzun uzadıya, mesela şu karşıdaki deniz gibi düz, dümdüz ama en inatçı kirleri bile çıkaran deterjanlarla yıkanmış gibi içimde birikmiş ne kadar küflü, paslı düşünce yahut olumsuz duygu varsa hepsini söküp atacak basit kelimeleri, en çetininden ve latininden harfleri sıralayacağım bir mektup yazmak ne kadar zor olabilir? ama o kadar zor işte. dün yeni yaşını kutladığım çok sevgili arkadaşım, yeni yaşımda senin bir türlü yazamadığın o uzuuuun mektubu yazmayı düşünüyorum demese uzun mektup takıntımı hatırlamayacaktım. ama dedim ya zor. çok zor. bu uzun paragraf da mesela bugünkü üçüncü başlangıcım. kendim gibi bir yere vardıramadığım. olduramadığım. ve hiç bir yere sığdıramadığım.
.
II
bir benzincinin güneşinde hakimi bekliyorum yine. her zamanki gibi geç kaldı. ben bu kez beklemek dışında alışılanın dışına çıktım. elimde bir americano, kulağımda bir latin amerika müziği rüzgarı selamlıyorum. mayıs güneşinde yıkanıyorum. benzincideki kız, bardak kahve istediğimde eliyle starbaksta var deyince bir süre marketin dışında starbaks aradım. meğerse teknolojikmiş her şey gibi kahvede. nihayet aramaktan sıkıkıp da sorduğum pompacı “marketin içinde sağda abi” deyince ben hala saf saf küçücük marketin içine nasıl koyarlar ki koca kahveciyi, herhalde arkadaki starbaksa kapı var diye düşündüm. içeriye girip sağa bakınca, bir müddet olayı anlamaya çalıştım. sonra da uyum sağlamaya. yaklaşık dört dakika sonra olayı çözüp kimseden yardım istemeden cafe americanoyu alabildim. ve hakim’in gelmesini beklemeye başladım. 
.
I
sabah erkenden uyandığımda yorgun, hastalıklı ve müşlülpesent bir tatil günündeydim. radyo 3’te mozart, beethoven, strauss ve adını bilmediğim bir sürü dahinin müziği tıngırdıyor. ama benim içim kaynıyordu. beynim bir sürü program yapıyor, şuraya gidelim, şunu yapalım. a bak kaç aydır görmediğimiz ıssız’ı da ziyaret edelim. ya da hakim’le buluşalım. sakızgülü’nü ve sahafları tavaf edelim, petek’te çay içelim, çarşının kendine has kokusunu içimize çekelim temalı organizyonlar yapıp kendi kendine gelin güvey oluyordu. ama ve lakin bedenim hiç oralı değildi. hatta benim değildi. sanki emperyalist güçler ve işbirlikçileri sahip olmuşlardı bedenime. kımıldayamıyordum tekli koltuğumda. ruhum dersen o da benim değildi. kayıptı. çağırsam gelir miydi? bilmiyordum. bir gürcü şarkısının içinde yitip gitmek gibi mülteci isteklerim vardı. öte yandan son bir bölümü kalan damnation dizisini izlemekle tutunamayanlar’a yeniden tutunmak arasında git-gellerdeyim. aslına bakarsan gallerdeydim. yeşillikler içinde bir ağaç evde oturmuş seni bekliyordum. fakat sen bir türlü gelmiyordun.. 
.
MAVİ PAZAR
balkonda oturmuş “nasıl içiyorsun onu kahveye süt mü katılırmış?” dediğin kahveyi içiyorum şimdi pazar güneşinin altında. elbet seni düşünerek. ve neden bilmem hafta sonları daha çok özlüyorum. elimi, ayağımı en çok da duygularımı nereye koyacağımı şaşırıyorum. hangi şiirin kaçıncı satırını okumak gerektiğini bilmiyorum sen aklıma düşünce. ben tepetaklak oluyorum. bir süre filmlerin, kitapların içine gizliyorum hasretini. lakin ortaya çıkması çok uzun sürmüyor. o vakit işte çivi çiviyi söker diyorum. sevdiğimiz şarkıların altını çiziyorum ruhumla birlikte. sonra kahvemden bir yudum daha alıyorum. sabahtan beri, adım adım çınarcık’ı esir alan sise bakıp kuşların, rüzgarın, karşı inşaat tozunun pislettiği balkonu yıkama gücü arıyorum kendimde. başka şeyler de arıyorum. ne olduğunu bilmediğim belki çocukluğumdan kalma unuttuğum güzel duygularımı belki de bildiğim ama kendime itiraftan çekindiğim bir şeyleri mesela. böyle karışık hisler. tıpkı ve sanki; bir ressamın yapmaktan son anda vazgeçtiği yahut bitiremeden öldüğü bir yağlı boya tabloya benzeyen bu sabahki gökyüzü gibi. “yağmurdan sonra yayılan huzurun adıyla konuşuyorum” diyor ya hani bir şiirinde birhan keskin. ben de güneşin tüm ruhu ve bedeni saran hem huzuru hem de coşkusuyla yazıyorum bu ilk yaz mevsimde. burada yazamadıklarını ise sonra ve mesela üzerimize ince bir şeyler almamızı gerektirecek, maviye çalan yaz akşamlarında sana anlatmak için saklıyorum. ama ve hala niye yazdığımı ve neden bu kadar uzun uzadıya anlattığımı bilmiyorum!
.
* edip cansever - ben ruhi bey nasılım
.