peki ya ben?
ne aslı ne de muadili bulunan kayıp bir ilaç gibiyim kendime. doğrusu bu ya yukarıda saydığım şaşkın kahir ekseriyetten çok farklı değilim. kafası kopmuş tavuklar gibi ne yaptığımızı bilmeden, oradan oraya koşturuyoruz son bir kaç senedir. hiç birimizin tadı yok. umudu yok. uykusu zaten yok. ama sebebi ekonomik değil. insani! en azından ben öyle düşünüyorum. sosyolog değilim. psikolog değilim. peki ben neyim? "bir ‘ismail’ bile değilim!!" hiç bir şey bile değilim. galiba ve zamanında bir düğmesi yanlış iliklenen ve artık düzeltilmesi mümkün olmayan bir gömleğim. ama ve sözün özü; dünya döndükçe biz de değiştik. örselendik. aşındık. yıpranan yerlerimizden içimize, nefsimize nüfuz eden her şeyi filtre etmeden, sorgusuz sualsiz sırf yeni diye kabul ettik. şimdi de içimizde açılmış bir şemsiye gibi duran bu zararlı alışkanlıkları çıkaramıyoruz. çıkaramadıkça kıvranıyoruz. kıvrandıkça -unutmak için belki- daha çok bağımlı hale geliyoruz. daha çok onaylanmak istiyoruz. daha çok fotoğraf koyup tweet atıp blog yazıyoruz. oturduğumuz yerden getir götürcülere sipariş veriyoruz. tüketmelere doymuyoruz. tükettikçe daha çok tüketme ihtiyacı duyuyoruz. herkes daha çok tüketmek için daha çok maaş istiyor. kimse daha az tüketelim demiyor ya da çok az kişi diyor. galiba ihtiyacımız olan, bizi daldığımız derin uykudan utandıracak ve oyunu bozacak tatar ramazan’lar ve karakterli, beyinleri uyuşmamış insan topluluğu. bilemiyorum. dedim ya şaşkınım. hem böyle usul usul çok biliyormuş gibi yazdığıma bakma ibrahim. bir bakıyorum kendimi ülke ve dünya sorunlarıyla uğraşırken buluyorum. başka bir vakit ise dünya yansa umurumda olmuyor. sergüzeştlik ile müşkülpesentlik arasında cereyana tutulmuş aklıma mukayyet olamıyorum. ah benim oportünist yanım. şarkılara bulanan aklım.
dün yazdıklarımla mesela bugün düşündüklerim çelişiyor. istek ve hayallerime prangalar vuruyor beynim. bir yanım; ‘hadi kalk gidelim” diyor. ötekisi ‘halt etme otur’ diyor.
dün yazdıklarımla mesela bugün düşündüklerim çelişiyor. istek ve hayallerime prangalar vuruyor beynim. bir yanım; ‘hadi kalk gidelim” diyor. ötekisi ‘halt etme otur’ diyor.
şimdi misal balkona oturmuş burgaz’ın burnuna bakıyorum yine. düşünüyorum. sanırım bu bakma eylemi de benim kaderim diyorum kendi kendime. hatta sokağa bakan bir pencereye tutturulmuş bir poster gibi hayal ediyorum kendimi. burgaz'la karşı karşıya, balkon duvarına yapıştırılmış insan silüeti. yahut sanki dünyada yalnızca burgaz ve ben varmış gibi. dünyayı şimdikinden daha beter bir pandemi sarmış ve will smith’in ı am legend filmindeki kimsesiz, sahipsiz kalmış bir dünyada gibiyim bazen. öyle ki rüzgar bile esmiyor. küresel ısınan dünyada güneş aydınlatma görevinden istifa etmiş sadece ısıtma işleviyle yakıyor ortalığı. ince ve mavi balkon şemsiyeleri yeterli gelmiyor. içilen çaylar eskisi gibi değil. hem harareti almıyor. hem tat vermiyor. oysa az evvel insan kalabalığından geldim. bostancı sahili, adalar’ı saran pusa inat rengarenk ve cıvıl cıvıldı. ama yine de eksik bir şey vardı. bir umut sıfır seviyesine indim. çakıl taşlarının üstünde yürüdüm. durgun suyun tadını çıkaran martıların kulağına fısıldadım. bana verecek yahut söylemek istediğiniz bir şey var mı diye sordum. ses etmediler. ama manalı bir suskunluğa büründüler. gagalarıyla uzak yol gemilerini işaret ettiler sessizce. mesajı aldım. lakin kımıldayamadım. sadece yazdım. fakat yazıp da yayınlamadığım genç taslaklar çok rahatsız. onlara her baktığımda suçlu suçlu kaçıyor gözlerim. tıpkı dün akşamüstü belediye otobüsünde karşı karşıya oturduğum winona ryder saçlı ve bakışlı genç kadın gibi. biliyorum konudan konuya günden güne atlıyorum sevgili ibrahim. ama yazmaktan başka çare göremiyorum. dün işte; otobüsün yaz bahar aylarında en çekilmez, en tu kaka edilen bölümüne oturmak zorunda kaldım. en arka üçlüde. motor kapağının olduğu sol yandan bahsediyorum. kuzine soba gibi sıcak oluyor burası. hani çantamda lif olsa kese atılacak kıvamda. o derece yani. halbuki kışın karaborsada yok satıyor bu koltuk. ama işte her şeyin yeri ve zamanı var. neyse, öyle çok huysuzlanmış olmalıyım ki benden yana bakan bir çift siyah göze takıldım. birbirini tanımayan iki kadın sırtını şoföre yüzlerini biz arka üçlüye vermiş bir sonraki duraklarda durmak üzere giderken soldaki siyah tişörtlü, zeytin gözlü genç kadının kısa winona saçları dikkatimi çekti önce. sonra yüzündeki masumiyet ve iyilik hali. gözlerdeki şefkat. sonra işte ezberlenmiş toplumsal baskıyla suçlu hissettik. önce kim niçin ve nasıl baktı? ve kim önce kaçırdı gözlerini? en mühimi de bir daha birbirimize bakacak yüzümüz var mıydı? bir yanlışın belki de bütün doğruları sileceği zamanın ötesinden sorulara istediğimden başladım. fakat cevap veremedim. hem dertlerim ve sorularım, sorunlarım bir değil ki ibrahim. köylü adetlerini şehirliye dayatan bir zihniyetin en dibindeyiz. bir türlü çıkamıyoruz. dünya yok olana kadar da çıkamayacağız. düğün mevsiminde ve şehrin göbeğinde saatlerce davul-zurna ve korna çalıyoruz. gecenin üçünde arabanın camlarını açıp son ses dinlediğimiz müziği herkes ezberlesin istiyoruz. işte o vakit insanlardan, insan olmaktan uzaklaşıyorum... sonra işte ayaklar ile başların yer değişmesi yahut hiç değişmemesi meselesi. nitekim zurnacının repertuarının yetmemesi sonucu çıkan kargaşaya üç ambulansın layık görülmesi. almanya’nın falan bizi kıskanması diyorum. hep içinde bulunduğumuz coğrafyanın kaderi. yoksa bizim bir suçumuz yok ibrahim. bizim bir suçumuz yok!
.