sonra uçaklar geçiyor, seviyorum yalnızlığımdan gelip geçen uçakları * - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

sonra uçaklar geçiyor, seviyorum yalnızlığımdan gelip geçen uçakları *


sol kulağım, bugüne kadar hiç olmadığı kadar sert çınlağında uyumuyordum. üstümden gelip geçen uçakları sayıyordum yine. allah allah kim acaba bu saatte dediğim de vakit tam tamına 05:27 idi. biliyordum çünkü kulağım bir alacaklının kapıyı çalması gibi şiddetle çınladığında evvela saate baktım. sonra posta kutuma. kimsecikler yoktu. çeşitli mesaj fasiliteleri de aynı şekilde boştu. sadece önceki günden kalan banka ve igdaş mesajları. meslek odasının seçim çağrısı gibi gereksiz ayrıntılarla doluydu. zaten olmayan uykum iyice uçmuştu. pencereye koştum sonra. gökyüzüne baktım bir işaret var mıdır diye. tek bir yıldız bile yoktu. ay zaten gitmiş. söylediklerine göre güneşi çoktan tutmuşlardı. ama bu saatlerde hiç tanık olmadığım puslu, en kirlisinden gri bulutlarla donanmıştı gökyüzü. yalnız aralarda yine görmediğim tonda pastel bir mavilik vardı. ama işte tek bir işaret yoktu. adadan yana baktım. uçan cisimleri uyarmak için yüksek binalarda yanıp sönen iki kırmızı ışıktan başka bir şey yoktu. radyo voyage açıp gerisin geri yattım. neden sonra çok acayip güzel bir şarkı duydum. bir tek layla'yı anladım. arapça gibiydi ama değil gibiydi de. ve sanki tom waits ya da onun ses akrabalarından biri söylüyordu. ama nasıl güzel, hiç duymadığım bir şarkı. adını, kimin söylediğini öğrenmek için shazamı açtım hemen. lakin lanet program açılmadı bir türlü. sonra da telefon dondu kaldı. ben telefonla boğuşurken şarkının bir yarısında ahmet kaya girdi devreye. düet yapıyorlardı bizim tom waits ile. halbuki hemen hemen tüm şarkılarını bildiğim ahmet kaya'dan hiç duymamıştım bu şarkıyı. adını öğrenemedikçe de çıldırdım. telefonu fırlattım attım en sonunda. sese uyandığımda radyoda enstrümantal bir şarkı çalıyordu. telefon baş ucumda duruyordu. baktım donmamıştı. shazam da çalışıyordu. şarkının ne kadarı gerçek, ne kadarı rüya anlamaya çalışırken uyumuşum tekrar. rüyamda, çok kısa sürede olsa onu gördüm. her zamanki gibi onu görmeden dış kapıyı açış şeklinden onun geldiğini anladım. ara kapıyı açıp içeri girerken "soğuk mu?" diye sordum. cevap vermedi. morali bozuk gibiydi. yüzü bembeyazdı. hastalığı yüzünden böyle yapıyor herhalde dedim. üstelemedim. sonra kucağında şu amerikan marketlerinde verilen içinde bir şeyler olan devasa, kahverengi kese kağıdını bana uzattı. tam içinde ne var ne yok diye anlamaya çalışırken uyandım. halbuki koskocaman bir özlem vardı o kağıdın içinde. üstümden büyük bir homurtuyla geçip giden, okyanus aşan uçakların kat ettiği yollardan, içinden geçtikleri milyonlarca bulut parçasından daha büyük, tarif edilemeyecek bir özlem. yirmi yıl sonra bile. hâlâ. keşke dedim hayatta olsaydı da şimdi, içinde bulunduğum meksika çıkmazı'nı ona sorsaydım. ya da başka şeyleri danışsaydım. geçmişte ve gençliğimde yaptığımda gibi yine onu dinlemeyip burnumun dikine gidip köpek gibi pişman olsaydım da hayatta olsaydı yeter ki. onunla karşılıklı oturup bir çocukla bir adamın ki gibi değil de "iki adam" gibi konuşabilseydik diyorum. 

* iki satır, satırdır - 111.mektup

.

megi gogitidze - safexurebi