beş vakit- 26 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

beş vakit- 26



sabah :
ne yapacağımı bilmediğim kocaman bir boşluk var önümde. uzun bir cumartesi. kucağımda cansever kitabı. kafamda dikenli düşünceler. oysa güneş var diye aldanıp çıktığım balkon şimdi oyunbozan bir kara bulutun gölgesinde. ama ruhum sahile inmek, yosun ve tuz kokusunu hissetmek istiyor. bedenim b.k yeme otur yerinde. cumartesi kalabalığı rögardan taşan sular gibidir şimdi. zaten birazdan çıkar güneş diyor. yer yer iç organlara sirayet eden büyük bir iç çatışma hakim. karışmak istemiyorum. sonra ben suçlu çıkıyorum. halletsinler istiyorum kendi aralarında. onlar meskun damarlarda çatışırken ben eski yazılarımı okuyorum. ve bir karara varıyorum. eskiden ve hareket halindeyken daha güzel yazıyormuşum. en azından bu sabah üst üste okuduğum iki yazımdan çıkardığım sonuç bu. ve bana hareket lazım bayım. yazmak ve yaşamak için. hissetmek için. bunu söylediğim anda güneş silkinip etrafındaki tüm kara bulutlara üstünlük sağladı. hareketi yarın sabaha, tüm şehrin uyuduğu saatlere bıraktım. geriye iyice yaslandım. müziğin sesini açtım. gözlerimi kapatıp şartsız koşulsuz güneşe teslim oldum.
.
öğle :
insanları, işleri, şarkıları, meyve ve sebzeleri akla gelen her şeyi kategorize etmeye başladım. mahalle esnafı da bu ayrımcılığımdan nasibi aldı elbette. sevdiğim ve sevmediğim esnaflar diye ikiye ayırıyorum onları. bana veya başka bir insana davranışları, göz göre göre fırsatçılık yapmaları, gereğinden fazla geveze olmaları vb. bir sürü sevgi kriterim var. misal köşedeki eczacıyı fırsatçılık yaptığı için kara listeye almıştım. ama işte dün almayı unuttuğum reçeteli ilacımı bugün de unutursam diye yol üzerinde bu eczaneyi görünce mecburen girdim. bir müşterisiyle sohbet hallindeydi. sırada beklediğimi gördüğü halde ne kendisi ne de müşterisi istifini bozmadı. bir iki kez öksürmek zorunda kaldım ben de buradayım lan diye uyardım hımbılları. aldırmadılar. daha bekleyecek miyim? diye zor kullanmak zorunda kaldım. bozuldular. mart kedileri gibi zoraki ayrıldılar. eşlerine selam söylemeyi de ihmal etmediler. diğer eczane uzakta olmasaydı beklemezdim. ama böyle vurdumduymazlara çıkıntılık yapmayı da seviyorum. sevgili esnaflık kriterlerime bir yenisini daha ekleyip çıktım. ilacımı da aldım elbet. 
..
.
ikindi :
9,75 isimli yerli filme başladım. yarısına kadar nejat işler'in oyunculuğu sayesinde geldim. ama oradan ileriye gidemedim. sonra amazon'da the tender bar isimli jr moehringer'in anı kitabından uyarlanmış, 'corç kulini' abimizin yönetmenliğini yaptığı, ben afleck'in charli dayı rolünde öğreten adamı harika oynayıp yeğenine hayatı öğrettiği dramayı açtım. film hayat gibi yavaş yavaş akıyor. bir amerikan filminden beklenmeyecek ince espriler, hayata ve yazarlığa dair akılda tutulası replikler, müzikler aslında durağan olan filmi alıp götürüyor. sevdiği kadın ve babası tarafından her defasında yüzüstü bırakılsa da şansını zorlayan çok zorlayan junior'un çocukluğundan üniversite yıllarına kadar geçen hayatını, yazar olma hayalini, annesinin bir başarısızlık abidesi olarak gördüğü dedesinin kalabalık evini yuva olarak görmesini, annesinin hayali olduğu için yale'i kazanmasını, hayat gurusu charlie dayısına hayranlığını kitabı okur gibi izliyoruz. sıcak, sevecen bir filmdi nitekim.. belki akşama nejat işler'i bitirmeyi denerim.  
.
.
akşam:
eski fotoğrafları açtım onlara bakıyorum. youtube'da fikret kızılok "en sevilenler" çalıyor. hangisini önce ve niye açtım bilmiyorum. sanırım eski bir evrağı arıyordum. kenarları yıpranmış artık beni değiştir diyen bir albümü ilk o zaman gördüm. müzik belki de çoktan açıktı. albümün ilk sayfası gibi. babamın olduğu fotoğraflara takıldım en çok. ne kadar az fotoğrafı varmış bende. hatta benimle olan tek bir fotoğrafı. kalanları annemdedir diye ümit ediyorum. hafız ve fiko'nun babası mehmet amcayla olan çok eski bir fotoğrafa baktım dakikalarca. çocukluğumun geçtiği evde. oturmuş çay içiyorlar. hafız ve fiko'ya whatsapp üzerinden gönderdim hemen fotoğrafı. hafız'a gitmiş gözüküyor ama görmemiş daha. fiko'ya ulaşmamış gözüküyor. babamların önlerindeki sehpada bir tabak poğaça. mutlu gözüküyorlar. her iki başında sürgülü ve ortasındaki boşluğa genelde kitaplarımızı koyduğumuz için kütüphane dediğimiz aslında modern çekyatların atası olan üstündeki vitrinlikten bağımsız biraz öne çekilip istenirse yatılan kanepeye kurulmuşlar. arkada mavinin en canlı tonuyla badana edilmiş bir duvar. duvarda yarısı görünen saatli maarif olmayan muhtemel 12 yapraklı duvar takvimi. vitrinin en üstünde ve sol başında üzerine beyaz dantel örtülmüş gece lambası. ortada, vazo içinde bir buket yapma çiçek. ve en sağda beyaz, çiçekli bir şekerlik. babamın üzerinde, beyaz gömleğinin yakalarının göründüğü koyu yeşil, bisiklet yaka bir kazak var. kış olmalı. saçları alnından hafiften dökülmeye başlamış. ama hala siyah. hayret sigara yok elinde. (sigarayı bıraktığı iki buçuk senelik dilim olmalı)  sağ elini ve çay bardağını bacağına koymuş gülümsüyor. mehmet amca ise peşin satmış demir-çelik fabrikatörü gibi. koyu gri takım elbisesinin içinde beyaz gömleği. bacak bacak üstüne atmış. kendine has o mağrur ve ciddi duruşuyla poz vermiş. çayı önlerindeki sehpada duruyor. iki elini sağ bacağının üzerinde birleştirmiş hafiften tebessüm etmeye çalışıyor. fotoğrafın görmediğim başka ayrıntısı var mı diye incelerken telefonumdan üst üste mesaj uyarıları geldi. hafız ve fiko. belki de yan yanaydılar. duygu dolu mesajlar gönderdiler. özellikle de fiko içimden geçeni okumuş gibi; " kardeşim, büyük hatıra bunlar. bizi hatırlayan olacak mı böyle, meçhul.." dedi. kim daha çok şanslıydı acaba?  kendilerini unutmayan çocukları olduğu için onlar mı yoksa böyle babalarımız olduğu için bizler mi?
.

yatsı:
sabah elimde gezdirdiğim ama hiç okumadığım cansever kitabından bir mektup. "sevgilim, çok çok sevgilim." diye bitirdiği doksanıncı mektubu okuyorum. youtube'da şimdi sertab erener şarkıları dönüyor. sabah uyandığımda kafamda dolanıp duran şarkısı çalmadı henüz. tv de açık. trt2'de yıllar önce izlediğim başkalarının hayatı'nın film önü kritiği yapılıyor.  filmi tekrar izleyip izlememekte kararsızım. aklım bir yandan da edip cansever'de. imkansız bir aşkın pençesinde kıvranmasında. "sevgili alevcisi"sinin ona yüz vermeyişine içerliyorum. hem cansever'e hem de kitabın yakında bitecek olmasına üzülüyorum. başkalarının hayatı filmini bir kez daha izlemeye karar veriyorum..
.