ismini hatırlamadığım esenyurt üniversitesi profesörü; “rusya-ukrayna hikaye. asıl savaş güney çin denizinde olacak. 3.dünya savaşı orada başlayacak.” dedikten hemen sonra televizyonu kapattım. radyo 3’ü açtım. mikrofonik sesli kadın güzel bir pazar dileyip izmir radyosundaki programına başladı. yazın çok çabuk bittiğinden ama kışın kasvetinden, soğuk ve koyu griliğinden, bitmek bilmeyen uzunluğundan şiirsel bir çabayla bahsederek zaten kararmaya teşne olan ruhumun elektriklerini tamamen kesti. fakat radyo kanalını değiştirmedim. ruhum çünkü klasik müzik istiyordu. -kalbimin çapaklarını temizleyecek ciğerden bir opera da olurdu.- sağ yanıma çayımı koydum. soluma edip cansever’i aldım. ve tekli mavi koltuğumda kaykılıp ayaklarımı önümdeki lake beyazı sehpaya uzatıp beklemeye başladım. 'köprüdeki kız' adele gibiydim. bir şeylerin olmayacağını bile bile beklemeye başladım. ama düşünmemeye çalıştım. çünkü, dünkü aşırı acıklı ve sıkıcı cumartesinden sonra her daim sinir uçlarımla oynayan pazarın dokuzunda kalan zamanın sıkıcılığını hayal edemiyordum. belki sırf bu yüzden, dün akşamki belgeseli hatırlamak istedim...
trt2deki çin filminden sıkılıp bir üst kanaldaki trt belgeselde rastladığım ömer faruk ile fulya’nın öyküsüne öykündüm. hatta yalan yok kıskandım hayatlarını. (ama ve maşallah diyelim de nazar değmesin. umarım masallardaki gibi sonsuza kadar mutlu olurlar. amin)
bu pis ve gürültülü şehir hayatını, beyaz yakalarını ve belki de çok yakınlarını bırakma cesaretini gösterip bafa yakınlardaki zeytinlikte daire şeklinde inşa ettikleri evin etrafında pervane olmalarını, günlük hayatlarını, bisikletle etrafı gezmelerini, kısacası doğayla bütünleşmelerini ilgi ve hayranlıkla izledim. gözlerindeki mutluluğu, ışığı gördüm. saçma gelecek belki ama hayalimi gerçekleştirdikleri için teşekkür ettim onlara. bana hala mümkün olduğunu gösterdikleri, çorak umudumu canlı tuttukları için.
bu pis ve gürültülü şehir hayatını, beyaz yakalarını ve belki de çok yakınlarını bırakma cesaretini gösterip bafa yakınlardaki zeytinlikte daire şeklinde inşa ettikleri evin etrafında pervane olmalarını, günlük hayatlarını, bisikletle etrafı gezmelerini, kısacası doğayla bütünleşmelerini ilgi ve hayranlıkla izledim. gözlerindeki mutluluğu, ışığı gördüm. saçma gelecek belki ama hayalimi gerçekleştirdikleri için teşekkür ettim onlara. bana hala mümkün olduğunu gösterdikleri, çorak umudumu canlı tuttukları için.
sonra yine kendi sıkılganlığıma döndüm.
dün cumartesiye hiç benzemeyen hatta takvimde görmesem pazar olacağına yemin edebileceğim günde çok sıkılmıştım. öyle ki cumartesiden saymadığım için markete bile gitmedim. jonas’ın kulaklarını çınlatmadım. oturdum üst üste üç film izledim. hayır ve maalesef juliette binoche yoktu aralarında. oysa hava ve ruh durumum buna çok müsaitti. ama öte yandan çok tembeldim. müşkülpesenttim. ve aşırı hazırcıydım. bir de sıkıcı ve sıkıntılıydım. kimseyi aramadım. kimseyi sormadım. kimse de beni sormadı. önce çayı demledim. sonra netflix derler dijital platformun yeni diye önüme sürdüğü bir hırvat, bir amerikan ve bir polonyalı filmi izledim ardı ardına. hırvat filmi eh işteydi. amerikalı film zaman kaybıydı. en son izlediğim polonyalı filmi ise beğendim. diğerleri gibi çerezlik, boş vakit geçirmelik değildi. en azından bir derdi, bir hikayesi vardı.
filmin merkezinde ingilizce öğretmeni joanna vardı. (herkes kısaca jo diyordu biz de öyle diyelim.) jo, aynı okulda çalıştığı kocası ve aynı okulda lise öğrencisi oğlu, yine 23 yaşındaki büyük oğlu ve onun karısı ve onların 7-24 ağlayan bebekleri ve hasta annesi ile küçük bir dairede yaşamaktadır. bir yandan öğretmenlik yapıp bir yandan da evin ve evdekilerin tüm dertlerini kendine dert edinip sırtına yüklenince yükün altında ezilir. evdekilerden boş yere empati ve yardım bekler. beklenen yardım gelmeyince çaresizlik içinde nakavt olmuş boksör gibi yere serilir. ayağa kalkmak için uzandığı el ise, aile, örf-adet ve toplum kurallarının tersi istikameti olduğundan içinden çıkılması güç bir durumun içinde karadeniz gibi çırpınır durur, çırpınır durur. ta ki... tanıdık başka bir el farklı biçimde ona uzanana dek..
.
hepimiz ya da çoğumuz yaşamlarımızda jo gibi boğulmuş hissederiz.
kimilerimiz, ölene kadar sırtımıza aldıklarımızın bir gün bize yardımcı olacaklarını bekler saf saf yahut masumiyet filminin bekir'i gibi durumu kabullenir. aile, gelenek-görenek, alışkanlıklar vs sebeplerle "ne yapalım kaderimiz buymuş" deyip ölene kadar aynı şekilde devam eder.
bazılarımız; cesaret iğnesi vurulmuş yahut yürek yemiş gibi 'eee yeter artık, canıma tak etti' deyip içi kan ağlasa bile ardına dahi bakmadan eski hayatını terk eder.
bazılarımız ise jo gibidir.
ne yardan ne serden vazgeçebilir! arafta çırpınıp durur. bir yandan doğru-yanlış nedir demeden hatta bile bile bir yanlışın içine dalıp kendi olmaya, özgür kalmaya ve belki kendini oyalamaya çalışırken diğer yandan da sevdiklerinden kopamaz onları sırtlamaya devam eder. bu arada hayat hiç durmaz akar gider. dünya, batıdan doğuya dönmeye devam eder. geceler ve gündüzler meydana gelir. vapurlar peşlerinde martılarla bir yakadan ötekine yolcu taşırlar. yağmur yağar, güneş açar. insanlar doğar, insanlar ölür. aşklar başlar. aşklar biter. şarkılar söylenir. şiirler yazılır. filmler izlenir. ama “o his” hiç geçmez.
.
peki bunca şeyi, bu sıkıcı ve kasvetli pazar gününde niye yazdım.
peki bunca şeyi, bu sıkıcı ve kasvetli pazar gününde niye yazdım.
ne anladık, ne anladım?
hiç..
hiç bir şey..
sadece yazmak istedim. ve yazdım..
emrah serbes bir hikayesinde, bir karakterine aşağıdakine benzer cümleler kurdurtuyordu. (belki de kendisi için söyletiyordu bunları. bilemem. ama tıpkı jo'nun bir çok insana uyan 'hayat rolü' gibi bu cümleyi de üzerine alabilecek binlerce belki daha fazla insan olduğunu biliyorum. onlardan biri de benim.)
-evet, beni ayakta tuttu yazmak. ama sadece o kadar. ne bir yükümü atabildim. ne de bir derdimden kurtulabildim yazarak. kendimi daha fazla üzmekten başka bir işime yaramadı.
..
evet böyle..
.