bugünlerde “nasılsın” diye sorduklarında tereddüt edip şöyle bir duraksıyorum. çözülmesi yahut cevaplanması zor bir matematik sorusunun karşısındaki halimi takınıyorum. ama ve aslında; iki seçenek arasında kararsız kalıyorum. önce gerçeği, yalnızca gerçeği söylemek geliyor içimden. ama ne gerek var şimdi diyorum hemen peşinden.
yorgunum çünkü.
yorgun ve yenilmiş.
yorgun, yenilmiş ve müteredditim.
bu sebepledir ki, her zamanki genel geçer cevaba yüklenip “sağol, iyiyim sen nasılsın?” diyerek mevzuyu kapat diyor içimdeki yalancı. fakat hiç bir şey diyemiyorum. o sırada zaten muhatabım “iyi olmadığım cevabını” sessizce almış oluyor. lakin orada durmuyor. ikazlara rağmen metronun sarı çizgisini geçen yolcular gibi yaklaşıyor bana ve bu kez gözleriyle soruyor. “ neyin var?” diye.
“bunu anlatmayı ben de çok isterdim. hem belki içimi döküp rahatlardım en azından ama o kadar yorgun, o kadar halsiz ve o kadar bu dünyadan değilim ki” bakışıyla cevap veriyorum.
ama anlamıyor. yahut anlamak istemiyor.
ben de kiminde çalan telefonu bahane edip kaçıyorum yanlarından. kiminde olmadığı halde acil işim yalanına sığınarak.
kaçamadığımda ise devlet memuru gibi bir üst merciiye yani gözlerime havale ediyorum olayı. çünkü konuşamayacak kadar yorgun ve uzağım bu dünyaya.
yorgun ve dünya dışı.
yorgun, dünyanın dışında ve kırgınım.
ama bir fare kadar bile değilim. muhatabı çünkü kendisine küsüldüğünü bilmese de fare kime küstüğünü biliyor. bense kime ve neye ve niçin küstüğümü bilmeyecek kadar kırılmış hissediyorum. belki yaşadığım şehre, belki kendime küstüm. belki hayata ve belki de anneme. ama net olarak kime ve neye bilmiyorum. üstelik bu ortadan ikiye kırılmışlık hissi geçmiyor. ilaç dedikleri zaman zaten yerinde sayıyor. bu da zaten ayrı yoruyor beni. devam etmekte güçlük çekiyorum. hayat yolunda devamsızlıktan ikmale kalmaktan korkuyorum. önemli kararlar almakta güçlük çekiyorum. dört mevsim cereyanda kalır gibi arafta kalıyorum. eşikte öylece bekliyorum. ne içeri girebiliyorum her şeyi unutup. ne de tamam buraya kadar diyerek dışarı çıkabiliyorum. sonra işte; kural tanımayan -özellikle trafikte- yaptıkları yanlarına kar kalan o.... çocuklarıyla uğraşmaktan yoruluyorum. keza bu sabah litresini 19 liraya motorin aldığımda kime ne diyeceğimi bilemiyorum. hangi kameraya küfür edeceğimi şaşırıyorum. işyerinde bir evrakın başvuru süresine daha 25 gün olmasına rağmen cenaze vs dinlemeden elemanlarım üzerinden baskı kurmaya çalışan patronuma ilk karşılaşmada ateş saçan gözlerimle yanıt veriyorum ama olan yine bana oluyor. gözlerim yanıyor. sonra çakallık yapmaya kalkan ev sahibine önce berlin duvarı olup ağzıma geleni sayıyorum. sonra pişman oluyorum, ellerimle büyüttüğüm duvarı yine aynı ellerimle yıkıyorum. ‘lan şimdi hakkı makkı’ geçer diye içime sinmediği halde apartmanın bir kısım masraflarını ben üstleniyorum. ama açık oturumlarda, ana haber bültenlerinde aklımızla dalga geçilmesine tahammül edemiyorum. bugüne kadar sırtımda taşıdıklarıma yeter artık dinleneceğim dediğimde onlardan aldığım misliyle karşılık karşısında şok oluyorum. fare değil ama eşek gibi hissediyorum. sonra ve keza bu sabah radyoda dilime dolanan atilla atasoy şarkısını youtube’da bulmaya çalışırken french press derler aletin kapağını kapatmadığımdan kış çayım hoşaf gibi oluyor. öğle yemeğine tuz diye karabiberi boca ediyorum. inmek için bindiğim asansörde zemin yerine bulunduğum katın düğmesine basıyorum falan. ama ve yine de lütfedip sorarsanız nasılsın diye.
teşekkür ederim, iyiyim.
ya siz?
ya siz?
.