ön vagondaki doluluğa kanıp doludur diye metronun dörtlü vagouna binmedim. kırmızı çizgilerle belirlenmiş sekizli vagonun kıta sahanlığındaki üçlü banka oturdum. dört vagonlu tren yanımdan geçerken orta vagondan sonrasının boş olduğunu gördüm. ve önyargısız einstein’ı bir kez daha andım. dörtlü gider gitmez şeker kasesinin dolduğu gibi bir anda insanlarla doldu içinde bulunduğum istasyon. sonra biz toz şeker taneleri yerin yirmi bin fersah altında sekizliyi beklerken kesme şeker tadında ve ağırlığında, topuklarını vura vura, yeraltındaki ve yerüstündeki bütün canlıları tedirgin eden otoriter ve tok bir yürüyüşle, uzun boylu, siyah pardesülü, siyah sırt çantalı, siyah pantalonlu ve siyah ayakkabılı kumral bir kadın girdi istasyon sahnesine. başta yanımda oturan kırmızılı kadın olmak üzere, sağımdakiler ortadakiler, arkadakiler “esselamü aleyküm ve rahmetullah” diyerek başımızı sağa çevirip hep ona baktık. çünkü merak sadece kediyi öldürmüyor. isviçreli ve bilimum bilimadamlarının pardon biliminsanlarının hala çözmeye çalıştığı insanın genleri acayip bir şey. kendimden biliyorum. lakin başkalarını çözmekte o kadar mahir değilim. misal istasyonu kendine aşık edecek kadar ilgi çeken siyahlı kadının, gelip geçtiğimiz bu dünyada “ben de varım”, ben de üniversite mezunuyum, ben de nişantaşı çocuğuyum demeye neden bu kadar ihtiyacı vardı. bizim burada çalakalem yazdığımız yahut instagrama dakikada on beş fotoğraf koyanların yaptığı gibi ya da şirket toplantılarında patronun gözüne çapak olmak isteyenlerin olur olmaz sorular sorduğu türden bir var olma çabası mıydı yoksa daha derin miydi sorunları? bilemeyiz. bilemem. belki de tamamen tesadüftü her şey. lost’un finali gibi bir şeydi. aslında ve mesela; siyahlı kadın da ayakkabının bu sesinden rahatsızdı. lakin acil çıkması gerekti. yirmi dört çift ayakkabısından eline ilk gelen bunlardı. bilemiyoruz. bilemem..
bildiğim; kozyatağı kozyatağı olalı böyle titrememiş, böyle ritm tutmamıştır. ama ben tuttum. siyahlı kadının her sağ adımında sol elimi, her sol adımında sağ elimi dizime vurdum. ayaklarım ellerimin tersi bir sırayla ritm tuttu. kulağımdaki ali haydar tirmisi ayrı. burhan öçal halimi görse ağlardı yemin ediyorum!. öyle bir ritm içindeydik siyahlı abla, ben ve istasyon ahalisi. sonra sekizli vagon bir rüyayı bozar gibi girdi araya. murathan mungan’ın ölü bir yılanı gibi uzandı istasyona. siyahlı ablayı gözden kaybettim. ilk girdiğim vagonda telefonun not defterine kafamı kaldırmadan, metronun mekanik sesli ablası “ünalan, metrobüs hattına geçecekler bu durakta insin” diyene kadar bunları yazdım. belki yollarım bloga. belki de yollamam. bilemiyorum ibrahim bilemiyorum. ben her şeyi bilemem, biliyorsun.
..
halbuki sabah uyandığımda düşüncem, duygularım şöyle bir şeydi. skmişim işini, teftişini. yat oğlum iki saat daha. oysa hasta değildim. uykum da yoktu. ama ‘yaşamak gibi bir yorgunluğum’ vardı ibrahim. ama işte o yorgunluğumun müsebbibi zorundalıklarım, kendime vazife edindiğim sorumluluklarım şimdi tıpış tıpış o yataktan kalkacak ve önce teftişe sonra işe gideceksin diye fısıldadı sağ kulağıma. pavlov’un şartlanmış köpeği gibiydim. kalktım. yüzümü yıkamadan su ısıtıcısını açtım. elimi yüzümü yıkayıp burnumdaki nefes bandını söktükten sonra pratik olsun diye aylar belki de yıllar sonra kahvaltıda sallama çay içtim. iğrençti. benim gibi demli çay tutkunun bunu içmesi intihar gibi bir şeydi. çok şükür ölen olmadı. ama başka bir şey oldu. hayatımda ilk kez kahvaltıda yediğim zeytinleri saydım. bunu niye yaptım hiç bir fikrim yok. bazen işte böyle bir şeyler yapar insan. sebep aramaz. aramadım. saydım. sekiz adet zeytin yemişim. bunları da teftişten çıktıktan sonra belediye durağında yazdım. peki yayınlar mıyım? yazarken otobüsü kaçırmazsam belki..
..
yukarıda söylemediğim, eksik bıraktığım bir şey var. bu zorundalığın içinde çölde açan çiçek gibi yeşeren minik bir keyif hali var. eskiden beri devletin soğuk, mesafeli ve gri halleriyle aram pek iyi değildir. devletin selahiyetini kalbine değil de diline alan ve önüne gelen her vatandaşı ezmeye kalkan memur zihniyetinden tutun, bürokrasinin işlemeyen çarklarına, kendisine verilen yetkiyi vatandaşın işini çözmek yerine ayaklarının bağının çözülmesine neden olan hallere, sanki işinizi bedava yapıyormuş gibi öfleyerek püfleyerek icra etmeler, tepeden bakmalar, uzun kuyruklar, beklemeler, beklemeler. sıkıcı, boğucu şeyler. ama ve lakin; her şey gibi bunlara da alışıyor insan. hatta zevk almaya bakıyor! ben de işte son yıllarda devlet dairesinde işim olsun diye can atıyorum. çünkü her gün dokuzdan altıya mahkum olduğum, camı büyük olsa da çapı küçük, hepi topu altı metrekarelik odamdan dışarı çıkmış, iki değişik insan yüzü görmüş oluyorum. köşedeki kafelerde çay içip insan hikayeleri okuyorum bol bol. sonra, şubat soğuğunu içime çekip kış güneşiyle flört ediyorum. sözün kısası sevgili ibrahim, her türlü ceberrutluğuna, zamlarına, beni aldatmasına, bekletmesine, bazen adam yerine koymamasına rağmen ben devleti, devletteki işlerimi seviyorum. bugün de sevdim. yarım saat bekledim. biraz sitem işittim. ama işimi bitirdim. böreğimi yedim. çayımı içtim. insanlara baktım. benim gibi yorgun, düşünceli, hesapsız ama telaşlı adımlarla oradan oraya koşturan rengarenk maskeli, paltolu, kadife ceketli, güzel gözlü insanlar. canım insanlar..
..