gelsene balkonda oturalım, yeni yıkadım-2 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

gelsene balkonda oturalım, yeni yıkadım-2



geçen yıl, neredeyse bu zamanlar. elif key’in bir hikaye başlığına bağlanıp yazmışım ilk gelsene balkonda oturalım yazımı. şimdi işte ömrümün en uzun kışında, kaç ay sürdüğünü bilmediğim bir vakit sonra, ilk kez güneşin ve dünyanın ve burgaz’ın ve hatta kendimin karşısındayım. alacaklıyım çünkü. tahsilat makbuzu yerine kulağımda müzikle geldim. ondan evvel, balkonu bir güzel hayır, iki kere güzelce yıkadım. rejisör koltuğumu ve minderlerimi arka balkondan çıkardım. bir ayine katılıyormuşum gibi her hareketimi tek tek hesapladım. katkanır masamı açtım. üstündeki tozu, toprağı sildim. kuruladım. hatta balkonun geniş kenarlarını silip süpürdüm. her şeyin tamam olduğuna kanaat getirdikten sonra içeri girdim. kahvenin suyunu koydum. su ısınana kadar balkona çıkarken yanıma alacağım üç kitabı düşündüm ve zarifoğlu’nu, cansever’i ve mehmet günsür’ü aldım. sonra da kahvemi..
..
saat tam on ikiyi on iki geçe. başımı duvara yasladım. güneşin bütün enerjisinin yüzüme, içime ve hatta ruhuma işlemesini bekledim. bekledim... arada gözlerimi açtım. uzakta, burgaz ile çınarcık arasını kaplayan bembeyaz, sis bulutuna takılı kaldım. beynimin ve hatta ruhumun da böyle bir sis bulutuyla kaplı olduğunu düşündüm. düze çıkmak için dağıtmalıydım puslu ortamı. ve güneş bildiğim tek yol, tek çareydi. başımı yeniden geriye, sıcak kırmızı duvara yasladım. gözlerimi kapadım..
...
ilkokul dördüncü sınıftaydım. önlüklerimiz siyah, yakalarımız beyazdı. barakadan bozma, sırt sırta vermiş tek katlı iki derslikten müteşekkil okulumuzun toprak zeminli bahçesinde, yine böyle bahar kokulu, güneşli bir günde iki sınıf toplanmış, bizi tiyatroya götürecek öğretmenimizi dinliyorduk. ne dediğini hatırlamıyorum elbet. taksim’de, eski akm’de izlediğimiz ilk tiyatro oyununu da anımsamıyorum. aklımdaki tek görüntü, tiyatronun önünde, güneşin alnında bizi eve götürecek otobüsü beklerken hafız’ın elindeki simitini benimle paylaşmasıydı. bir iki kez anlattım bunu ona ama hafız hatırlamadı. belki hatırladı, söylemek istemedi. üstelemedim. çünkü yaptığı iyiliklerin anlatılmasından hoşlanmazd. biliyordum. bazen işte böyle tek bir insanın bile olması hayatınızda, yakında olması şart değil bir telefon uzaklıkta bile olsa ayaklarınızın yere sağlam basmanıza yetiyor. yeldeğirmenleriyle savaşıyor olsanız bile.
hafızla dostluğumuz, kardeşliğimiz yarım asra varıyor. ilkokuldan birden orta ikiye kadar sadece aynı okul değil aynı sırada oturduk. aynı fenni sünnetçiye sünnet olup, benzer çiçekli basmalarla dolaştık sokakta. aynı kıza aşık olduk, aynı berberde üç numaraya vurdurduk saçlarımızı. mahalle takımında birlikte üzüldük, birlikte sevindik. bahçesinden şeftali çaldığımız (önce allah sonra tingir affetsin) tingir’in attığı taşlarla beraber yarıldı kafamız. ama parmaklarımızı kesmedik kanka olmak için. tanıştığımız, onların apartmanına taşındığımız ilk gün elimdeki sandalyeye uzanan eliyle kan kardeşi olmuştuk zaten.  bu kadar uzun niye hafız’ı anlattım. bilmem. güneş işte. sarhoş ediyor beni. asıl anlatmak istediklerine konuyu bir türlü getirtmiyor insanı. hafız köprü olacaktı aslında. onun kavşağından sapıp bilader’e geçecektim. lakin çenem düştü. bilader kusura bakmasın çok beklettim onu. 
ama ve peki neden, bilader?
anlatayım...
şimdi yalan yok, bilader ile resmi geçmişimizi net çıkaramadım. benim hatırladığım on dört yıldı. geçmiş gün bilader on beş dedi. bir yılın lafı olmaz aramızda. on dört buçuk yılda anlaşırız. yine de bu kadar yıla rağmen hafız ile olduğu gibi çok atraksiyonumuz, bir araya gelip sık görüşme imkanımız olmadı biladerle. ayrı ayrı şehirlerdeydik çünkü. ayrı memleketin ama aynı meselenin insanlarıydık. dertlerimiz, kederlerimiz bazen sevinçlerimiz aynıydı. hep aynıydı. bağımız iyiydi. o kadar ki ortak bir blog dahi açmıştık. adı; ahmak ıslatanlar. her güzel şey gibi bir sürü sebepten o da son buldu. lakin dostluğumuz çok şükür bâki. ha isteyen fuzûlî diyebilir (iğrencim evet!) ama biz böyle mutluyuz. böyle iyi. hem kim bilir? ben hala bilmiyorum. ama belki diyorum; yakın gelecekte yeni bir ortak blog açılabilir. kısmet! öze dönersek; araya yıllar, kentler, kilometreler girse de kaldığımız yerden devam edebiliyorduk. ezcümle nicelik değil nitelik ağır basıyordu dostluğumuzda. bu yüzden ki hafız’ın özgül ağırlığı ile bilader’in ki farklı değildi. on yedi şubat perşembe günü saat on yedi kırk beş ile on dokuz on beş arası bu gerçek bir kez daha teyit edildi. sekiz şubat yazımla ve onun deyimiyle “ciğerini soldurduğum” bilader on yedi şubatta beni yeldeğirmenlerinin arasından çekip çıkardı bir kez daha. bilader çok yorulmuşsun az dinlen, biraz nefes al, güneşe çık, iki fotoğraf çek sonra yine gidersin yeldeğirmenlerinin arasına dedi. bunu öyle tatlı, öyle içten ve öyle biladerce söyledi ki başkası söylese ikna olmazdım. ama işte bilader söyledi. on dört pardon on dört buçuk yıllık dostum söyledi. ve şimdi işte bahsettiği o güneşin karşısındayım. birazdan bana yıllar önce gönderdiği fotoğrafı da koyacağım. ve sonra diyeceğim ki ona;
bilader gelsene balkonda oturalım, yeni yıkadım..
..


.
çok önemli not: işbu yazıda kullanılan görsel yaklaşık 15 yıl önce biladerin bana gönderdiği bir foto. maalesef kaynağını ve sahibi bilemediğimizden kaynak veremiyoruz. şayet sahibi bize ulaşırsa boynumuz kıldan ince! evet.