çünkü ankara mühimdi. ankara başkentti. işi çözebilmek için ankara şarttı. sabahki devlet yetkilisi öyle demişti. orayla görüşün. öyle söyleyince -yalan yok, bir de yağmur böyle güzel yağınca- işe değil de eve dönmek istedim. çünkü dışarıdaki hava üst üste üç juliette binoche filmi izletecek cinstendi. otobüs bizim evin durağından geçerken kafamdan da patrona söyleyebileceğim kırmızı-beyaz yalanlar geçiyordu. altıncı ve gerçeğe en yakın yalanda karar kıldığımda evi üç durak geçmiştik. başımın ağrısı geçmemişti. yemekten sonra zonklayan başımı, portakalımı, halsizliğimi ve kül rengi montumu da üzerime alıp ofiste uzandım. on beş dakika kadar bayılmışım. patronun telefonuyla irkilmesem mesaiden bir on beş dakika daha çalacaktım alacaklarıma mahsuben.
- gelin de şu sabahki mevzuyu konuşalım mithad bey dedi.
- hay hay dedim. gittim. kapısını iki kere tıklattım. gir demesini beklemeden daldım içeri.
şöyle bir baktı yüzüme.
şöyle bir baktı yüzüme.
- hayırdır. hasta mısınız?
bir bakışta halimi anlayacak, adam değil. kesin kameradan gördü bayıldığımı. esirgemedim lafımı.
- şiddetli baş ağrısı, biraz halsizlik çokça hayat kabızlığı.
olmayan bıyıklarının altından müstehzi biçimde gülümsedi ve benim uğraştığım dertleri bir bilsen dedi. bilmek istemediğimi sessiz kalarak ilettim kendisine.
zorlamadı.
- evet sabah ki mevzu ne oldu diye bir soru cümlesi fırlattı üzerime.
- ankarayla görüşmemiz gerekiyormuş.
- e görüşün o zaman.
bugünün cuma ve öğleden sonra ankara’ya ulaşmanın zorluklarını anlatmadım.
iki kat aşağıya indim.
ankara’yı aradım.
açmadılar.
üstelemedim.
dahiliden mehpare hanıma çay söyledim. kalan son iki kepekli galetamla demli çayımı içerken bu yazdıklarımı düşündüm. sanki hiç fena olmadı gibi bu sefer?
.