sabah saatleri. gün henüz aydınlanmış. işçi ve okul servisleri hedefine varmış. zeytinli, peynirli ve sade poğaçalar alınmış. ama kimse ne işe, ne de derse başlamış. pazartesi tutukluğu. her hafta tekrar eden sıkıcı bir döngünün başlangıcı. bu yazgının kırılması için sanki bir şeylerin olmasını bekliyor herkes. ben de herkes gibiyim. belki biraz şanslıyım. zira nilüfer kırıyor benim haftalık döngümü. o güzel sesiyle, hiç geçmeyeceğini düşündüğüm içimdeki yaraya pansuman yapıyor. radyomda çünkü ispanyol meyhanesi’ni söylüyor. ama nasıl güzel söylüyor. kaç vakittir fırtınalar kopan içim şimdi bu şarkıyla biraz olsun süt liman. biraz olsun aklı selim. biraz duygulu. biraz acılı. lakin bazı şeyleri kabullenmiş. nilüfer’in sesi işte tüm bunlara sebep. içimde bir alçalıp bir yükselen duygulara ayar veriyor. bazı zaman kesip acıtsa da ve göz yaşlarım içtiğim çaya karışsa da bazı. bu devasa duygunun beni yutup yok etmesine izin vermiyor. bir ritme oturtuyor. sözlerden çok sesin kendisine odaklanıyorum her zamanki gibi. neresi olduğunu bilmediğim ama orada bulunmaktan mutlu olduğum uzun, ince bir yolculuğa çıkarıyor bu da beni. ve işte şimdi; annemin walux marka saatiyle baş başayız. sağa italik, altın renkli on iki rakam. hayır! on bir rakam. çünkü 3 rakamı yok saatte. onun yerine takvim var. ve akrep. ve yelkovan. yine altın sarısı. saatin zemini yeşil mi yoksa mavi mi kararsızım. çünkü ya yedi ya da sekiz yaşlarındayım. kasvetli, boyayla ilaç karışımı kokan dar bir koridorda bir sürü insan bekliyoruz. başım annemin kucağında. bir eli saçlarımı okşarken “az kaldı şimdi çağıracaklar bizi diyor.” diğer eli sol dizinin üstünde. saatin tik tak sesini duyar gibiyim. lakin koridor çok kalabalık. gürültüden duymam imkansız. herkes bir şeyi, yüzlerine kapanmış bir kapıyı bekliyor hüzne ve kedere bulanmış bir umutla. sanki bir döngünün kırılmasını bekliyorlar... şimdi (09:48) ben de bekliyorum.
peki neyi?
bilmiyorum.
belki bir umudu. belki bir mucizeyi.
ama nilüfer diyorum, ispanyol meyhanesi’ni ne güzel söylüyor değil mi?
.