izlanda kışı - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

izlanda kışı



böyle karlı havalarda diyorum sevgilim. bana sorarsan, kısa cümleler kurmalı insan. ve sadece nazan öncel dinlemeli. çünkü ben öyle yapıyorum. iki gündür koparılan, ‘yok izlanda kışı, yok son on yılın en karlı istanbul’u’ yaygarasına karşın sadece arabaların ve çatıların beyaza boyandığı bir cumartesi sabahındayım. yine de yetmez ama evet tadında yağan kara hasret kalmışım. görmek güzeldi bu büyülü beyazı. çocukluktan kalma bir mutluluk doluyor insanın içine. anıları harmanlanıyor. bazen sıcaklık dolsa da güzel anılarla, daha çok hüzne bulanıyor insan. 
.
şimdi işte, pencere kenarındayım. nazan öncel, arkamdaki televizyonda sırayla söylüyor şarkılarını. 
ve kar yeniden başladı. 
küçük küçük, yukarıdan aşağıya, sağa sola hatta ve bazen aşağıdan yukarıya hiç telaşsız yağıyorlar. ama öyle savruk, öyle dağınıklar. sanki biraz yollarını şaşırmış, biraz gidecekleri, konacakları yerleri unutmuş gibiler. biraz da kendilerinden geçmişler. ama çok beyazlar. haddinden fazla beyazlar. özdemir asaf’ı haklı çıkaracak kadar hem!
yine de bu ağır ve dağınık hallerine rağmen özgürler, umut dolular. kuşları kıskandığım gibi onları da kıskanıyorum şimdi. aslında onlar gibi savruk, onlar gibi yolunu kaybetmiş durumdayım kaç vakittir. lakin onlardan tek farkım olmayan beyazlığım ve umudum. 
.
karşı sokakta bir hareket. bir baba, üç yaşlarındaki çocuğunun elinden tutmuş adeta sürüklüyor. şapka, kaşkol yok çocuğun kafasında. kulakları üşür. başı üşür, hasta olur diyen aşırı ilgili annesi mi yok? babanın vurdumduymazlığı mı? ama istanbul şartlarına göre çok soğuk. az önce çıktım oradan biliyorum. -3’tü arabanın derecesi. ve park eden bir arabaya hamle yaptı çocuk. kahretsin eldiveni de yok! karla temas eder etmez sobaya dokunmuş gibi geri çekti elini. belki de ilk kar deneyimi. iyi bir tecrübe olmadı onun için. acaba gençliğinde ya da orta yaşında psikologların arayacağı bir travmaya sahip olmuş mudur? sanmam. bir de soba-çocuk ilişkisi demişken, bu zamanda soba kalmadı pek. soba metaforu artık soğuk ve karla yaşanabilir mi? saçma bir tez. biliyorum. geçelim.
.
pencereden ayrıldım. nazan içli içli, dışarıda yağan kar gibi sakin sakin söylemeye devam ediyor. daha önce duymadığım, bilmediğim şarkılar var içlerinde. acaba not alsam mı dediklerim de oluyor. ama almıyorum. kitaplıktan zarifoğlu’nu alıyorum. ne vakittir okumadığını fark ediyorum. rastgele bir sayfa açıyorum. ilk olarak ocak 1978 gözüme çarpınca niye bilmem bugünün tarihini düşünmeye başladım. ama emin olamadım. 20-21-22 arasında tereddüt ettim. telefonun takvimine bakmak zorunda kaldım. 22 olduğundan emin oldum. ocak 1978’e devam ettim. ‘babamdan mektup aldım’ diyordu. devamını ise okumadım. okuyamadım. nasıl bir duygu olabileceğini düşündüm. bulamadım. çünkü babamdan hiç mektup almadım. yazmadım da. oysa 6 ay askerde, dört sene de üniversitede fırsatım vardı. seni seviyorum demek için de otuz yılım. ama hiç birini yapmadım. hayattaki en büyük pişmanlığım mı peki bu? sanırım. geri gelmeyecek olanın hüznü, kederi. çok örseliyor bazen insanı. ve hayatı sadece iki renk (siyah ya da beyaz)  olarak yaşamaya çalışmak..
.
sonra bir şey oluyor...
yoğun bir istek geliyor. yazabilirim diyorum. sayfalar, günler, haftalar boyu. hatta tüm işi gücü bırakıp uzaklaşmak. her şeyden. herkesten. sessiz, sakin bir köşede sadece yazmak. seni yazmak. sana yazmak. seni özlemek. sana umutlanmak. özledikçe yazmak. yazdıkça umutlanmak. umutlandıkça özlemek. sadece bir çanta dolusu eşyayla, karlı bir kış günü. ilk trenle uzaklaşmak diyorum.
.