“aramızdaki şey”
ilk sayfayı açtığımda şaşırdım. çünkü ve zira; ikinci el dahi olsa aldığım her yeni kitaba tarih atma ‘hastalığım’ var. buna atmamışım. zamanını öğrenmek için aldığım internet kitapçısının şifresini ve kendisini aramaya üşendim. kitaplıktan bu kitapla birlikte aldığım diğer tomris uyar kitabına baktım. rahatladım. ona tarih atmışım. aynı tarihi bu kitaba da yazdım. küçük de bir paraf attım. sonra düşündüm. bunu neden yapıyordum. böyle istisnalar hariç, aldığım tüm kitapların ilk sayfasında neden tarih ve imzam vardı? neyin eksikliğini tamamlıyordum. yahut tıpkı bu blogda yaptığım gibi kendimce bu dünyadan geçtiğimin bir ispatını, bir izini mi bırakıyordum? bu benim ya da kimin, ne işine yarayacaktı?
sonra radyomda bir adam portofino’yu söylemeye başladı. cevapsız soruların peşini bıraktım. adamın kim olduğunu öğrenmeye çabaladım. shazam’a baktım. andrea bocelli dedi. fena söylemiyordu. ben daha iyi söyleyemezdim! tomris hanım’dan ilk cümlenin altını çizdim;
“böyle hırçınlaştı mı, gözlerinin mavisine lacivert, sivri bir çakıntı yerleşir. o anı ve o rengi artık ezbere bilsem de yine etkileyici; çünkü sahici. her keresinde.”
.
114 - yük : kurumsallaşmayan aile şirketlerinin en nefret ettiğim yanı; asıl sorumluluğunuza ilaveten bir kaç sorumluluğu da size itelemeleri. üstelik bunu normal göreviniz gibi sunmaları da cabası. çünkü mesleğiniz ve memleketin gelişmemişliği buna cevaz veriyor. bu durumda size kalan ya deveyi gütmek ya da diyardan gitmek. zamanında ve gençken hep diyardan gittim. ama bir sonu gelmedi. yoruldum da hem. son bir kaç yıldır “dik durmuyorum” ama eğilmiyorum da karakterimin tersine gidip orta yol buluyorum. bazen de bulamıyorum. bugün işte, pazar pazar bir çalışanın işine son vermek için “görevlendirildim”.
gerçi çalışan, bunu bekliyor hatta tazminatını eksiksiz alacağı için memnuniyetsiz de değil, biliyorum. ama işte yine de bana ağır bir yük bu.
çok ağır..
.
115 - begonvil : bazen de hiç aklımda yokken, durduk yere bir hayale otururum. genellikle de böyle soğuk, kasvetli kış günlerinde olur bu. ama şimdi yalan olmasın, baharda ve hatta yazın melteme karşı durduğum vakitlerde de böyle hayallere oturmuşluğum vardır. şimdi işte yalancı güneşi olan soğuk bir pazar gününde dışarı çıkamıyorum. üzerinize afiyet biraz hastayım. iki yıldır başarıyla kaçtığım covid olmadığımı düşünüyorum. ama sonuçta hastayım. müzik dinliyorum. bir şeyler okumaya çalışıyorum. sonra işte o begonviller giriyor aklıma. nerde, ne zaman gördüm hiç bir fikrim yok. zaten çiçek bilgim yok. sanırım bir yerlerde okudum. ve bir hayale tutundum.
müstakil, bahçeli ve verandasında begonviller olan küçük bir evdeyim. işte bu begonviller öylesine serpilmiş, öylesine azmışlar ki budamak gerekmiş. oysa ömrüm boyunca bitkilerle, tarımla ilgili bildiğim iki şey var. biri; ilkokulda çay bardağında pamuklara sarıp büyüttüğüm fasulye. öteki de; ortaokuldaki tarım dersinde mezarlığın karşısına denk düşen okul bahçemizi belleyip bir iki çiçek dikişimiz. hepsi bu. ama şimdi oturmuş, en ciddi halimle o begonvilleri budarken hayal ediyorum kendimi. zamanın yavaş değil çok yavaş aktığı, büyük şehirin o baş döndüren hızının esamesinin okunmadığı bu küçük şehirde ve bu küçük evin bahçesinde ben ne arıyorum allah aşkına?
.
116 - eller : ellerim her kış üşürdü. ekimden nisana hatta mayısa kadar. hayır kansızlık değildi. çok geçmiş bir gün, özel hastane hekimi kansızlık olmadığını öğrenince, telaffuzu hoşuma giden latince bir şey söyledi. bu olabilir dedi. ama bir takım testler de yaptırmak gerekmiş. gençtim. güçlüydüm. sağlıklıydım. sadece kışları ellerim üşüyordu. bu da normal olmalıydı. aldırış etmedim. üzerine düşmedim. yıllar geçtikçe alıştık zaten birbirimize. ama bugün kombi, igdaş’ı zengin edecek derecede ve son ayarda yanarken, dün eczacı hanımın içinde çinko da var, c vitamini de hatta propolis de var diyerek beni ikna ettiği ve neredeyse bir motorsiklet parası vererek satın aldığım vitamini içerken fark ettim. ellerim buz gibi. içinden geçmeyi başardığım tüm kışlardan daha soğuk. nasıl olacak bilmiyorum doktor. nasıl?
.