tuhaf.
delilik hatta. ben çünkü çalışmasam da sevmezdim pazartesiyi. beş oradan üç buradan, üç liseden, dört de üniversiteden toplam on beş yıl öğrencilik yaptım neticede. kolay mı öyle hemen pazartesi sendromlarını ve seremonilerini atlatmak?
ama ve neyse mevzu bu değil şimdi.
nedir peki mesele, nedir?
ben cansever diyordum. o da şöyle demiş;
“pazartesi. ne de çok seviyorum ‘pazartesi’ diye başlamayı. bir büyü var bunda. bir sır. iki gündür yağan yağmur bile dindi. ve senin mavi zarflı, pazartesi kokulu mektubun; gökyüzünden kesilmiş gibi.”
.
oysa ben sevgilim. renklerden yeşili, günlerden cumartesiyi severim en çok.
hakeza ve yine kuşları, tren raylarını, istanbul’un vapurlarını ve nihayet kış güneşini sevdim.
seviyorum.
biliyorsun. seni zaten hep.
hakeza ve yine kuşları, tren raylarını, istanbul’un vapurlarını ve nihayet kış güneşini sevdim.
seviyorum.
biliyorsun. seni zaten hep.
sonra ve mümkün olsa bir adada yaşamayı isterdim çok. o olmazsa istasyonu olan küçük bir kasabada diyorum, yaşamaya da fitim. çünkü uzaktan da olsa, trenin o büyülü sesini duymalıyım. insanların hepsinin birbirini tanıdığı, büyükşehrin insan öğüten, kalbi katılaştırıp canavarlaştırıcı etkisine kapılmamış anadolu insanının sıcaklığının ısıttığı kışları biraz sert, yazları sıcak ve kurak geçen sakin bir şehir diyorum. orada işte istasyona yakın bir ev. ve ben, haftanın belli günleri değil her gün evimden istasyona yürürüm. küçük, mütevazı bir de kafesi olur istasyonun. sabahtan öğleye bu kafede otururum. biraz günlük gazetelere bakarım. biraz gelen gidenin hikayesini anlamaya, yazarak onları anlamlandırmaya çalışırım. ayda bir istasyondaki küçük dükkanında, hasta fenerli berber ahmet'e tıraş olurum. biraz memleketi, biraz feneri, beşiktaş'ı kurtarırız. öğlen yemeklerini iskender babanın lokantasında yerim. yemekten önce bir kaç sayfa cahit zarifoğlu ya da oğuz atay okurum. çayı selami abinin kahvede içerim. istasyona ve raylara cephe, ilçenin en büyük caddesini kesen köşede sadece çay-kahve satan bir salaş bir dükkan onunkisi. ama çayı da konumu gibi güzeldir selami abinin. manzara güzel diye çaydan feragat etmiyor. hem çayı da haşlamıyor zaten. bizim gibi demliyor. biz kimiz? ilhami ağbi ve ben...
hiç unutmam. şehre geldiğim ilk gün manzarasını beğenip oturmuştum bu çay ocağına. sonra bizzat ocağa gidip başına dikildim. biraz bozulur gibi oldu önce. "hayırdır birader, belediyenin sağlık ekibinden misin? diye çıkıştı. meramımı anlattım. çayı ıslatıp, süzmeden kaynar suyla direk haşlayanların çayını içemiyorum dedim. güldü. anladım ben seni dedi. korkma, ben onlardan değilim. ben demlemeden önce çayı hafif ıslatır, nemlendirir süzerim. çay tanelerinin buğulanmasını beklerim diye ilave edip susamış gibi anlatmaya başlamıştı sonra.
biz dedi üç kuşaktır çaycılık yaparız evlat. rahmetli dedemin babası makedonya'dan buraya göçtükten sonra dedemi ulu cami’nin altındaki bir çay ocağına çırak olarak veriyor. ondan sonra dedem kendi çay ocağını açıyor ve babadan oğula üç kuşak böyle geçiniyoruz. hatta dördüncü kuşak olarak benim hayta cemal var şimdi sırada. başka meslek bilmeyiz. babamızdan, dedemizden ne yapıyorsak hakkını vererek, en iyisini yapmaya, işimize hile hurda karıştırmamayı öğrendik. helal para mühimdir çünkü. çoluk çocuğun boğazından çok şükür haram lokma geçirmedik bugüne kadar. rabbim de yardımcı oldu, aç açık bırakmadı. iki kızım okudu. biri eczacı oldu. öteki mimar. bir tek aha bu hayta cemal okumadı. ona da bu çay ocağı nasipmiş.
biz dedi üç kuşaktır çaycılık yaparız evlat. rahmetli dedemin babası makedonya'dan buraya göçtükten sonra dedemi ulu cami’nin altındaki bir çay ocağına çırak olarak veriyor. ondan sonra dedem kendi çay ocağını açıyor ve babadan oğula üç kuşak böyle geçiniyoruz. hatta dördüncü kuşak olarak benim hayta cemal var şimdi sırada. başka meslek bilmeyiz. babamızdan, dedemizden ne yapıyorsak hakkını vererek, en iyisini yapmaya, işimize hile hurda karıştırmamayı öğrendik. helal para mühimdir çünkü. çoluk çocuğun boğazından çok şükür haram lokma geçirmedik bugüne kadar. rabbim de yardımcı oldu, aç açık bırakmadı. iki kızım okudu. biri eczacı oldu. öteki mimar. bir tek aha bu hayta cemal okumadı. ona da bu çay ocağı nasipmiş.
..
selami abinin hikayesi kısaca böyleydi. iskender babanın ki başka. berber ahmet'in daha başka. ama kalplerinin yumuşaklığı, insanlıkları, dostlukları, halden anlamaları hep aynıydı. hep aynı.... derken
selami abinin hikayesi kısaca böyleydi. iskender babanın ki başka. berber ahmet'in daha başka. ama kalplerinin yumuşaklığı, insanlıkları, dostlukları, halden anlamaları hep aynıydı. hep aynı.... derken
mithad bey, mithad bey burada mı diye ünledi içeriden yumuşak bir kadın sesi.
raporum hazırmış. alabilirmişim.
bir cumartesi öğleden sonrası, özel bir hastanede raporumun yazılmasını beklerken iki satır, iki satırdır diyerek okuduğum edip cansever'den sonra hiç bilmediğim ama çok özlediğim, çok özendiğim bir şehire gittim. ilk kez görüştüğüm insanlarla sanki yıllardır tanıyormuşum gibi kaynaştım. pazartesi olsa gidebilir miydim böyle bilmiyorum. emin değilim. cansever'e saygı duyuyorum ama büyülü olan pazartesi değil bilakis cumartesi sevgilim. cumartesi. bunu da bir kenara not edelim lütfen.
.
.
.