bazı şeyler : 103 - 106 (neden napolyon, anlatsana biraz?) - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

bazı şeyler : 103 - 106 (neden napolyon, anlatsana biraz?)





103- bu zaman, öyle bir zaman ki ibrahim tam fuzuli’lik! çünkü ve gerçekten; “söylesem tesiri yok sussam gönül razı gelmiyor” sevgili ibrahim. bu kadar yıllık ömrümde hayal meyal on iki eylülü de gördüm, yağ ve tüpgaz kuyruklarını da, arkadaşımın durakta üzerine gazete serili sendikacı babasını da, ecevit ile demirel’in atışmalarını da, susuz yazları da, meşhur çöp yığınlarını da gördüm. susurluk’tan iski skandallarına, beş nisan devalüasyonundan anayasa fırlatma krizine hepsine şahit oldum. ama böylesi umutsuzluğu hiç görmedim ibrahim. hiç. bedava ve şansa da yaşıyoruz ayrıca. metroya, markete yirmiden az sabıkası olanı almıyorlar artık! en ufak bir -tartışma bile değil- ikazda bile silahlar, bıçaklar çekiliyor ‘benim yalnız ve güzel ülkemde! hak hukuk kalmamış ters yönden gelen adam, düz yolunda giden adama saldırıyor. biliyor ki devir artık haklı olanın değil “güçlü” ve hamili yakını, dayısı olanın kazandığı devir. elbette bunlar benim küçük dertlerim! asıl büyüklerini yazın yanan ormanların yerine neler geldiğini görünce yazarız belki. ya da artık beton şehre dönen istanbul’a hiç kar yağmaz olduğunda, göllerimiz kuruduğunda falan. yahut marmara ve diğer denizlerimiz müsilaja iyice teslim olduğunda yazarız. 
ha diyeceksin ki hiç mi iyi şeyler olmuyor birader? 
olmaz mı? ben de ne karamsar adamım canım. işte sihalar, işte ihalar. eskiden hastanede ilaç kuyruğuna giriyorduk, şimdi girmiyoruz. bu köprüler, bu dokuz şeritli yollar falan! (doğrudur, hastanede annem reçete sırasına girerken ben de ilaç sırasına girerdim daha az bekleyelim diye) şimdi devlet hastanesi tasarruf nedeniyle doktorun yazdığı ultrason randevusunu vermiyor. sıraya bile giremiyorsun. ama konuşuyorum işte. affedin. 
zaten kendimce bir karar aldım. artık haberleri izlemeyecek ve okumayacağım. çünkü ne sinirlerim kaldırıyor artık ne de yorgun kallbim. bu neyin hırsıdır, ihtirasıdır? demedi mi vakti zamanında sultan süleyman bir nefes sıhhati? demedi mi yunus emre; mal da yalan mülk de yalan. 
bu neyin kibri o zaman ibrahim? 
evet artık izlemeyecek ve görmeyeceğim. biliyorum kafamı kuma gömeceğim bir nevi. 
yazma gücünü bulursam şayet; burada da hiç bir şey yokmuş gibi günlük ve küçük bulantılarımla, karın doyurmayan edebiyatımla uğraşacağım. çiçek, böcek, şiir ve filmlerle avutacağım kendimi. padişahla tebaası arasındaki olayı bilirsin. benim delirme biçimim de yazmak ibrahim. susmak ve yazmak. ha belki babyteeth filmindeki milla gibi dans da ederim yazarken. kim bilir? 
.
104: bazı meslekler kaderi gibi yapışıyor insanın üstüne. ne kadar çırpınırsa çırpınsın, silkelensin kurtulamıyor. bir gölge gibi, baştan sona onunla birlikte geliyor. bernardo soares gibi!
geçmiş gün, kah pencereden özgür kuşlara öykünüyor kah en az üç çocuklu işçilerin bu ücretlerle nasıl geçinebildiklerini düşünerek bordrolarını yapıyordum. ekmeğine bir ayda iki kez zam yapılan, dolar ve yakıttan mütevellit iğneden ipliğe her şeyin zamlandığı ülkede bugünlerde masaya yatırılan asgari ücreti beş bin lira yapsan ne olur? 4,5 yıllık öğrenimim ve yarım iktisat bilgimle ekonomiyi ben bile bu kadar kötü yönetemem demek istemiyorum. haşa demedim de zaten! ama.
ama işte. 
fuzuli geliyor yine aklıma. sonra da ‘bilader’den bir mesaj;  napıyon?
gözümü artık ne kadar para bürüdüyse napolyon diye okuyorum mesajı önce. sonra uyanıyorum mevzuya. bilader’e de söylüyorum bunu. komik adam bizim bilader. o yılgınlıkta ve yorgunlukta beni güldüren ve düşündüren bir cevap yazıyor. 
“neden napolyon, anlatsana biraz?”
.
105- geçen hafta sonu, the power of the dog filmini önerdi netflx. başında da bir sürü otoritenin yorumu kısa kısa. böyle etkileyici senaryo, şöyle güçlü bir oyunculuk.
fazla beklentiye sokmuş olacaklar ki çok muhteşem bulmadım filmi. ama sıkılmadım da. sakin sakin izledim. kendi içinde bir derdi vardı filmin ya da senaristin. belki olaylar 1925 yılında geçtiği için üstü kapalı anlatılıyordu bir şeyler. misal, netflixin artık neredeyse her film ve diziye toz biber serper gibi dağıttığı phil’inki gibi (benedict cumberbatch) eşcinsellik mevzuu. kardeşi george ile arasındaki mesafenin bu yüzden olabileceğini düşünmemiz. sonra kocası intihar eden rose’un (kirsten dunst) bir başına kaldığı oğluyla tutunmaya çalıştığı hayatta alkole de sarılması. ana kuzusu gibi yetişen naif oğlu peter’ın kendisine önce zalımlık sonra babalık ve arkadaşlık eden phil ile olan ilişkisi. yönetmen sanki çaktırmadan üçe dörde bölmüş gibi filmi. her karaktere bir şekilde yoğunlaşıyoruz biz de ister istemez. usul usul izliyoruz sonra. 
ama son tahlilde filmden aklımda kalan bir sahne var beni etkileyen. rose’un, şakaklarına karlar düşmüş dağların eteğinde kocasıyla müziksiz dans etmesi. sizi bilmem ama bence olağanüstüydü!
.
106- dedim ya memleketin de şanlı beşiktaşımın da derdi bitmez. o yüzden biz edebiyatımıza bakalım. edip cansever’in dün haberdar olduğum alev ebüzziya’ya mektuplarından oluşan iki satır, iki satırdır kitabı bugün elime ulaştı. kapağında “seni sevmeyi, dünyanın en güzel şiiri yapacağım” yazıyordu.
okur okumaz bana bir haller oldu. bir üşüme, bir titreme, bir karıncalanma, bir kıskançlık (evet) bir, bir, bir şeyler oldu işte. 
bu nasıl bir tutkudur, bu nasıl bir sihirdir?
bilemedim.
ama sen biliyorsun sevgilim!
cansever gibi yapamam. zaten şiir de yazamam.
o yüzden yazmayacağım, 
bizzat seni yaşayacağım! 
satır satır, 
kelime kelime, 
harf harf.
bunu da biliyorsun..