henüz üç yaşında bir kardeşim var seni ondan bile kıskanıyorum :
dün akşam arabayı sitenin otoparkına bırakıp devlet sınırı gibi tel örgü ve demir parmaklıklarla ikiye ayrılmış iki site arasındaki yoldan gevşek adımlarla eve doğru yürüyordum. ileride, tellerin iki yanında iki adam dikilmiş hararetle bir şeyler konuşuyordu. tam yanlarından geçerken yüzü bana dönük olan kumral, dalgalı saçlı, koyu kahverengi yarım balıkçıl kazak giymiş genç adam sol eliyle arkasında kalan blokları işaret ederek; "canberk, şuradaki insanların yüzde doksan beşi başarıyı kıskanıyorlar." dedi. tam cümleyi bitirdiğinde göz göze geldik. allah'ım, insanların derdine bak bir de benimkine dedim içimden. durmadım. yürüdüm ama kulağımın teki onlardaydı hala. bizimki de durmadı. devam etti. seni dedi takım elbiseyle yahut yeni bir arabayla görmesinler yeter ki. tavırları hatta selamları bile değişir hemen. ben köşeyi dönerken canberk ne cevap verdi ya da balıkçıl adam tezini kuvvetlendirecek başka deliller ortaya koydu mu bilmiyorum. lakin bu sıradan, insani sohbetin sinematografik görüntüsü aklımın bir yanına kazındı yine. ve bu sabah odamda the cure lullaby şarkısı dönerken yine hatırladım bu sahneyi. telin bu tarafında gri takım elbisesinin ceketini sol eliyle göğsüne yapıştırmış ve sağ eliyle tel örgüden tutmuş muhatabını dinleyen canberk, sınırın öte tarafında site insanlarının sorunsalını kendine yük edinmiş, ellerini sözlerine destek etmekten çekinmeyen genç adam. hangi başarı, hangi insanlık..
.
bazen:
hayat haddinden fazla sıkıcı oluyor. mesainin bitimine iki saat kala işin bitince eve gidemiyorsun mesela. patrona zaten anlatamıyorsun. bir bankanın yılbaşında verdiği eşantiyon kağıtlara anlamsız şekiller çizerken yakabiliyorsun kendini. yahut kısır siyaset atışmaları ile faydasız futbol gevezeliklerini dinliyorsun, okuyorsun. özgür olmayınca etrafında dönenlerden kısır ve cevapsız sorular soruyorsun kendine. ve faydasız dilemmalar biriktiriyorsun. masterchef mi o ses türkiye mi? seninki kaçıncı doz, 'sinovak mı bayontek mi'? istanbul trafiği ve mütemmim cüz-i taksi sendromu mu yoksa enflansyon canavarı mı daha ürkütücü? elen musk mı bill gates mi? menemen soğanlı mı olur soğansız mı? gibi gibi..
oysa dağ başında bir kulübede olmak vardı. usul usul yağan yağmurun çatıdaki pıt pıt seslerine vokalistlik yapan sobanın çıtırtısında uyumak ne güzel olurdu?
.
son tur:
eskiden trt’de yayınlanan atletizm yarışmalarını izlemeyi çok severdim. özellikle 1500, 3000, 5000, 10.000 gibi orta ve uzun mesafe koşularını. o koşuların bir anında atletler başlangıç noktasından geçerken zil çalardı. bu son tura girildiğinin habercisiydi. bu anı çok severdim. o zamana kadar arka grupta kontrollü giden favori atletler yavaş yavaş öne çıkarlar ve son düzlükte de deparı basarak yarışmayı önde bitirmeye çalışırlardı. aklımda kenyalıların başarılı olduğu kalmış. hala öyle mi bilmiyorum. ama çocuk aklımla hala unutamadığım en önemli olay ise; amerikalı mary decker’ın önünde çıplak ayakla koşan atlet zola budd’a takılıp yarış dışı kalmasıydı. dramatik bir sahneydi. yarış sonu decker’ın dediğinin aksine zola suçlu değildi bence. tamamen kazaydı. kaldı ki kazanabileceği yarışı bu olay nedeniyle zola kaybetmiş üstelik sonraki yarışlarını da etkilemişti.
hür general olmama yaklaşık bir senenin kaldığı şu günlerde son tur zili çalınmış gibi hissediyorum. ama o kadar kolay gözükmüyor yarışı tamamlamam. aylar, haftalar ve hatta günler gözümde büyüyor. ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkarıp çıplak ayakla depara kalkmak, her şeyi bir çırpıda geride bırakmak istiyorum. ama işte insanların ayağıma takılıp düşmelerinden ölesiye korkuyorum
.
küfür:
bir küfür gibi evde oturuyorum diyor ya şair*
ben de metro istasyonunda asılan saatler gibi duvara asılmış bir saat gibi duruyorum bugün evde.
şiirsiz
sessiz
sensiz
.
* birhan keskin
.