ve ben suphi!
bostancı iskelesinde açtığım ilk müzik olan game of thrones dinliyorum. ama ve aslında kaç vakittir ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmiyorum. pusulası şaşmış gibi bir boşlukta salınıp duruyorum. salındıkça ve sıkıldıkça yazıyorum nefes almak için. şimdi işte mecburi memuriyetten ve hayattan kaytardığım bugünde kendimi zorlayarak sahile indim. kayalıklarda oturuyorum. denizin ve balıkların kokusunu almak istiyorum. lakin burnum tıkalı. öte yandan gelen kokuyla yıllar sonra canım acayip sigara istiyor. hem yerimden kalkıp sarışına kadar yürümeye üşeniyorum. hem istemeye utanıyorum. ama kınalıada’yı bu sefer tamamiyle görüyorum. ne yarım ne çeyrek. dört başı mamur. gururla önümde duruyor. çok seviyorum bu adayı, diğerlerinden ayrı. galiba biraz da kendime benzetiyorum. teknelerin ardında oynaşan martılarla oyalanıyorum sonra biraz. ama sigarayı unutmuyorum. sarışını. lacivert kazaklı abiyi. martı benjamini. içimdeki denizi. ensemi üşüten rüzgarı. game of thrones’u. arkamdaki yolda khaleesi’nin askerleri gibi gruplar halinde bir sağa bir sola, kah koşan kah yürüyen insanları film şeridi gibi gözümün önünden geçiriyorum bir bir. fakat bir sinema filmi etmiyorlar. bir hikaye de etmiyorlar. sıralamayı ve rolleri değiştiriyorum...
..
lacivert kazaklı, kır saçlı abinin telefonuna neşet ertaş türküsü açtım, sırtı üstü yatırıp eline sigarayı verdim. bu sabah küçülmeye giden şirketinden çıkarıldığını ailesine nasıl söyleyeceğini düşünüyor şimdi. yüzündeki ve özellikle alnındaki hayatın izleri daha derin, daha belirgin bugün. sigarasının dumanında dünyayı ve kendini boğmak ister gibi canhıraş çekiyor her nefesi.
saçları dağınık sarışın kadının saçlarını topuz yapıp üzgün abinin çaprazına, denize en yakın kayaya bağdaş kurup oturttum. o da en uzakta, otomotiv yedek parçası taşıyan yük gemisine bakıp denizci olan sevgilisini düşünüyor. şili’den son gönderdiği mektubu koklayıp bağrına basıyor. sanki gözleri de nemlenmiş gibi. bir mucize beklercesine başını göğe kaldırıyor şimdi de.
adamla kadının on beş yirmi metre solunda siyah yağmurluklu, beyaz kulaklıklı bir adam huşu içinde, kafasını hiç kaldırmadan telefonuna bir şeyler yazıyordu. arada adama, kadına ve uzun uzun denize bakıyordu. sanki unuttuğu bir şeyi, bir yüzü hatırlamak ister gibi boşluğa bakıyordu. neden sonra lacivert kazaklı derin of çekip neşet babanın türküsünü yineledi. yeni bir sigara yaktı. hafiften yağmur çişeledi. arka yolda kadınlı erkekli fit insanlar ısrarla batıdan doğuya, doğudan batıya yürüdüler. bir ara güneş kendini gösterir gibi oldu fakat koyu gri bulutlar, yangına su yetiştiren itfaiyeciler gibi çabucak kapattılar güneşi. sarışın kadın mektubu özenle katlayıp çantasına koydu. telefonunun ekranını sevgiyle öpüp elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. yavaşça doğruldu. uzaktaki gemiye veda eder gibi son bir kez baktı. ağır ve düşünceli adımlarla yürüme yolundaki insanların arasına karıştı. lacivert kazaklı abi sigarayı ilkinin aksine daha sakin içiyor şimdi. fakat sırtı yine yerde, gözü bulutlardaydı. yüzündeki hüznü ve alnındaki çizgileri de yerle yerindeydi. arkada kahkahalar eşliğinde yürüyen fosfor yeşili tek tip yağmurluk giyen grubun keyfi yerindeydi. sigarasından son bir nefes alıp felek dedi adam, kimine kavun kimine kelek yediriyor.