her pazar olduğu gibi bu pazar da güneşin karşısına oturdum. batmasına kaç saat var bilmiyorum. bu dünyada ne kadar vaktim kaldı onu da bilmiyorum. bazen bilmemek, bilmekten daha iyi. huzur vermiyor belki ama huzursuz da etmiyor bu belirsizlik.
bazen de bazılarına tuhaf gelebilecek isteklerim, düşüncelerim oluyor. misal bugün kadıköy’e inmeyi, antikacılar sokağında serseri adımlarla dolaşmayı çok istedim. lakin bu düşünce aklıma geldiğinde saat çok geçti. vakit öğleni bulmuştu. ve bu saatte değil istanbul bütün marmara hatta ortadoğu ve afrika coğrafyası kadıköy’de bir iğnelik bile yer bırakmazdı. oysa gidebilseydim antikacılardan bir hediye alacaktım sana.
ha dersen ki bu saatten sonra ne önemi var?
var.
çünkü; vermekten çok almak mühimdi benim için.
sonra bir insan veremeyeceği bir hediyeyi ne yaparsa onu yapacaktım ben de.
çünkü; vermekten çok almak mühimdi benim için.
sonra bir insan veremeyeceği bir hediyeyi ne yaparsa onu yapacaktım ben de.
gidebilseydim şayet bugün kadıköy’e; piraye kafe’de oturup bir mektup yazardım sana. çay da söylerdim elbet. canım çok istemesine rağmen sırf anneme verdiğim söz yüzünden sigara içmezdim. mektubumda biraz eski günlerden, biraz gelecekten bahsederdim. fakat kendimden söz etmezdim. insanın devamlı kendinden bahsetmesi çünkü bir müddet sonra kendini kendinden bile soğutuyor. kendimden biliyorum. o yüzden artan pahalılıktan, çıldırtan trafikten, bir soğuyup bir ısınan havadan, sudan, eylülden sarkan sarı yapraklardan ve kuşlardan bahsederdim. ama asla kendimden bahsetmezdim. bizden de bahsetmezdim. imkan-sızımızın lafını bile etmezdim. çünkü ve zaten hiç hesapta yokken nereden geldiği belli olmayan bir koku yahut civardaki kafelerden yükselen bir şarkı ya da alakasız bir telefon konuşması kürekle ağzıma vurur gibi yüreğime yüreğime mutlaka vururdu özlemini. akabinde inceden bir sızı olurdu. sonra bu sızının geçmesi için semtin parkına doğru yürürdüm. tam sekiz yüz altmış dokuz adım. parkta basket oynayan gençleri izlerdim. gölgede memleket kurtaran abilere, haftalık dedikodularını yapan yeni annelere ve köşede kendi gibi yalnız bir bankta hayatın anlamını arayanlara, uykusuzluk ve hayat kabızlığı çekenlere onları anlarmış gibi bakardım. fakat anlamazdım. sonra yalnız bankın yalnız insanları anlaşmış gibi banklarını değiştirirlerdi. bir şey onları huzursuz eder, bir yerde sabit duramazlardı. bu kez anlardım onları. sonra işte, yine aklıma sen düşerdin. başımı öne doğru eğerdim ki biri gelsin kürekle ağzıma vursun. ama kimse gelmez. kimse vurmaz. yokluğunun vurduğu kadar acıtmaz hiç bir şey.
bugün diyorum sana bir mektup yazabilseydim şayet; çok özledim derdim..
.