mütemadiyen dönüyor dedikleri dünya öyle mi yapıyor gerçekten yoksa dönen sadece benim başım mı ibrahim? karar veremiyorum bazen. bulutlara bakınca bir hareket olduğu kesin ama yine de emin olamıyorum. çelişkiler yumağına dolanmış kedi gibi hissediyorum. çünkü güneşli bir balkon gününde hem üşüyorum. hem bunalıyorum sıcaktan. keza kokuları karıştırıyorum birbirine. yıllardır bitmeyen karşı inşaattan gelen demir pasıyla hemhal olmuş kaynak yanığının kokusu tütsü gibi geliyor burnuma mesela. oysa daha önce tütsü kokusu duydum mu hatırlamıyorum. çok şeyi anımsayamıyorum hem artık. kısa süreli yağmur geçişleri gibi anlık hafıza kayıpları yaşıyorum. sonra kendimle dalga geçiyorum. yaşlanıyorum galiba diyorum. ama bu tespiti çok acımasız bulmuş oluyorum ki hemen peşinden çoktandır balık yemiyorum belki de ondandır diye eklemeyi ihmal etmiyorum. belediyenin koyduğu cam geri dönüşüm kutusuna aniden atılan şişelerin gürültüsüne ürkek bir ceylan gibi tepki veriyorum. eskiden olsa atılan şişenin soda şişesi mi bira şişesi mi olduğuna dair iddialara girişirdim kendimle. hatta bilirdim çoğu vakit. şimdi basbayağı ürküyorum. arkadaşlarımla da buluşmuyorum eskisi gibi artık. çok gerekliyse telefonla konuşuyoruz. gereksizse zaten beş gün işe gidip eve dönüyorum. iki gün ya evde yatıyorum ya balkonda bulutlara ve uzaklara bakıyorum. kafamı dağıtacak bir iki dizi bazen film de bakıyorum. ama çabuk sıkılıyorum. biraz zarifoğlu, biraz oğuz atay okuyorum. o zaman işte, canım çok yazmak istiyor. yazıyorum. fakat üç gün sonra beğenmeyip siliyorum. yine sıkılıyorum. televizyonu açıyorum ağustos on beş gibi mesela. annemdeyim o vakit. hava çok sıcak. sergen diye bir çocuk durmadan gülümsüyor ve tüm doğallığıyla konuşuyor. cumhuriyet muhafızları gibi karşısına dikilen üç adama karşı. 'mastırşef'miş yarışmanın adı. artık akşam işten gelince bir izlanda polisiyesi, bir alman bilimkurgusu, bir de ‘mastırşef’ izliyorum. elbette hem adından hem konuşmasından sergen’i tutuyorum. bir de zaten çocuk ne yapsa oluyor. ama ben işe gidip eve dönmeye devam ediyorum. cuma ve cumartesini iple çekiyorum. nihayet cuma oluyor. fakat cuma dünyadan daha hızlı dönüyor cumartesiye. işler yetişmeyecek telaşına düşüyorum. çok çalışasım tutuyor. çünkü biliyorum ki benden başkası yapmayacak bu işi. lakin dedim ya; cuma, cumartesiye ben johnson ve hüseyin bolt’tan da hızlı koşuyor. başım dönüyor. tam işveren işsizlik sigorta payını hesaplarken bernardo soares düşüyor bu sefer aklıma. yağmur yağacakmış gibi duran ama sabahtan beri bir damla düşürmeyen kapalı havaya bakıp soares’in cümlelerini tekrar ediyorum hiç yok yere. “belki de sonsuza kadar muhasebeci kalmak benim kaderimdir. şiir ve edebiyat ise alnıma konmuş bir kelebektir.” gardımı ve çalışma şevkimi düşürüyorum. belki insanbilimciler için anlamlı benim için anlamsız şekiller karalıyorum iş yaptığım kağıdıma. biraz da düşünür gibi yapıyorum. o sırada üçüncü çayımı getiren telviye hanıma teşekkür etmeyi unutuyorum. çünkü dünyanın dönmesine takmış durumdayım. bu tekerine çomak sokmak istediğim dombili dünyası, herkese gülen yüzünü dönüyor da bize niye sırtını dönüyor ibrahim? çok merak ediyorum. hoş, döndüğünden de emin değilim. ya da ve en azından bize dönmediği belli.(afrika dahil)
biraz duruyorum ve yoksa diyorum; bu dönen benim başım mı ibrahim?
bir bulutlara bakıyorum. bir ağaçlara.
ve kuşlara sonra, telaşlı ve hep hareket halinde, güneyden kuzeye, doğudan batıya. bir şeyler dönüyor ama ben anlamıyorum ibrahim. hiç anlamıyorum.
.
..