üvercinka - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

üvercinka



istanbul büyükşehir belediyesinin verdiği yetkiye dayanarak yola çıkmış bir otobüsteyiz. sen, ben ve arkadaşın. tanışmıyoruz. orta kapının önünde ayaktayız. sanki başka kimse yok otobüste. şoför bile. heyecanla bir şeyler anlatıyorsun. arkadaşın dinler gibi yapıyor ama oralı değil. sen coşkundan ve anlatımından taviz vermiyorsun. sanırım sana olan ilgimin farkındasın. lakin belli etmiyorsun. ahh siz kadınlar! ben büyülenmiş gibi seni, hareketlerini izliyorum. beni sana çeken şeyi merak ediyorum bir yandan. sanki bir rönesans tablosu izler gibi hayranlıkla takip ediyorum mimiklerini, hareketlerini. coşkun bir ırmak gibi ağzından dökülen kelimeleri içiyorum kana kana. ve biraz sonra sözlüye çıkacak bir öğrenci gibi ezberliyorum sana dair her şeyi. sesinin rengini, çene çukurunun sağındaki gamzeyi, heyecanlandığında büyüyen ve renk değiştiren gözlerini, sol kaşının üstüne düşen perçemi sağ elinin tersiyle düzeltişini, ifadene güç katan el hareketlerini, konular arasında geçiş yaparken ki saniyelik duraksamanı, derin nefes alışını, boynunda hareket ettikçe kuzey yıldızı gibi parlayan küçücük kolyeni falan hep aklıma kazıyorum. neden sonra seni dinlemeyen arkadaşının yanımızda olmadığını fark ediyorum. otobüs hızla yol almaya devam ediyor. duraklarda durmuyoruz artık. zaten ve aslında içinde olduğumuz taşıt otobüs değil, bir tramvaymış. cemal süreya’nın laleli’den dünyaya doğru giden tramvayı sanki. ama biz haseki’deyiz. laleli’ye üç durağımız var. sonra işte tam laleli’den geçerken bir şey oluyor. iki elinle yanaklarımdan avuçlayıp öpüyorsun beni. çok çok kısa bir an. ama aşık olacak kadar uzun. ne yapacağımı şaşırıyorum. elim ayağıma dolaşıyor. boynuna sarılıyorum ve üvercinka şiirini okumaya başlıyorum. artık tramvayda değil yeniden otobüsteyiz. bu kez şoför dahil. belediyenin selahiyetlendirdiği sürücü bizi ikaz ediyor. dikiz aynasından görüyorum onu. biraz sinirli mi ne? “birader, seyahat kurallarına göre otobüste öpüştüğünüz için birer kez daha akbil basmalısınız” diyor. peki diyorum gidip ikimiz için akbil basıyorum. ama o da ne? ikinci basışta yetersiz bakiye uyarısı alıyorum. şoförle göz göze geliyorum. sen orta kapıda, hala ayaktasın ama sevgiyle bana bakıyorsun. öyle çaresiziz. öyle ki; otobüs otomatiğinde bir sonraki durak yerine ayrılık anonsları yapılıyor. bir mucize gerekiyor ayrılmamamız için. ki gerçekleşiyor bu olağanüstü durum. meğer şoför hulusi kentmen’miş. ceketinin cebinden çıkardığı akbili senin için, bizim için basıyor en babacan tavrıyla. önce hulusi babanın elini öpüyorum. sonra kendi elimi cebime atıyorum. ama hiç bozuk yok. bütün parayı uzatıyorum. önemli değil. hem zaten yasak diyor hulusi baba. teşekkür edip orta kapıya, yanına yürüyorum. üvercinka’yı kaldığım yerden okumaya devam ediyorum. sen gülümsüyorsun. ama ne güzel gülüyorsun? bu kez ben kendimi tutamıyorum. iki yanağını tutuyorum ve hulusi baba’ya aldırmadan uzun uzun öpüyorum seni. büyük bir azar işiteceğimi düşünerek açıyorum gözlerimi. lakin ortalıkta otobüs yok. şoför hulusi kentmen yok. açık denizde, bir vapurun güvertesinde oturuyoruz bu sefer. yüzümüz güneşe, kalplerimiz birbirimize dönük. tıpkı los lunes al sol’daki gibi. arabalı vapur kaçırmışız. marmara’dan sıcak denizlere inme çabasındayız. ama çok mutluyuz. öyle ki yüzümde tomurcuklanan huzur emarelerini bile duyumsayabiliyorum. sana bakıyorum. sen de öylesin. güneşin şahitliğinde bir kez daha birleşiyor dudaklarımız. gözlerimizi açtığımızda bu kez, kıpkırmızı bir şehirde, bembeyaz bir odada buluyoruz kendimi. bir masanın önünde beyazlar içinde sen, siyahlar üstümde ben yan yana oturuyoruz. karşımızda esmer bir adam şimdi marakeş belediyesinin bana verdiği yetkiyle soruyorum diyor ve sözünü tamamlıyor.
“bu kadını eş olarak kabul ediyor musunuz sayın selim?”
ben şaşkın. ben mutlu. ben aşık. ben, ben ne diyeceğimi bilemiyorum. aslında biliyorum. ama sesim çıkmıyor bir türlü. avazım çıktığı kadar bağırmak, evet demek istiyorum. diyemiyorum. göğsümün üstüne çöken bir ağırlık, üstümde oturan bir fil var sanki. ama siyah saçlı, kavruk tenli görevlinin zamanı yok. yetki diyor, marakeş diyor, kabul ediyor musun diyor. son şansımın olduğunun farkındayım. ve seni kaybetmek istemiyorum. bu bilinçle ve tüm gücümle konsantre olup önce üzerimdeki fili kenara bir savuruyorum. sonra da avazım çıktığı kadar EVEEET diye böğürerek öne doğru hamle yapıyorum. gözlerimi açtığımda yatakta oturur vaziyette, penceremden duvara bir ışın kılıcı sızan dolunayın ışığına sabit nazarlarla bakarken buluyorum kendimi.
.
şimdi.
sabahın sekizi. bir grup uykusuz pazar insanı, bostancı’dan kadıköy’e doğru giden metrodayız. orta kapının önünde bir adam ve bir kadın var. vagonda boş yerler olmasına rağmen ayaktalar. ben sol çaprazlarındayım. kadın, adama hararetle ve iştahla bir şeyler anlatıyor. lakin adamın dinlemeye mecali yok. bedeni burada ama ruhu çok uzaklarda. vagondaki diğer beş altı kişi ya uyukluyor ya da kafası önünde telefonla oynuyorlar. oysa kadın, bu durgun ve sefil pazar sabahına hem coşku hem neşe katıyor. kimse görmüyor. ben hariç.
.