pandemi
bu pandemi bize aslımızı unutturuyor sevgili sevgilim. ne yiyip ne içtiğimizi, nerelere gidip neler yaptığımızı, hatta neler düşündüğümüzü hep unuttuk. ezberlerimiz bozuldu sanki. en azından benim. misal günler, haftalar belki aylar sonra kadıköy yolundayım. metro istasyonunda en ön safta sekizli vagon bekliyorum. bulunduğum bölüm biraz karanlıktı. metronun gelmesine 2 dakika kala aydınlattılar. ama ben aydınlanamadım. düşündüm ve sordum kendime; en son ne vakit kadıköy’e inmiştim? istasyonda sekizli vagon beklemiştim. bulamadım. önceleri, uzak da olsa işe gitmediğim günler haftada bir kaç kez mutlaka uğrardım. şimdi haftalar, aylar sonra ancak bir işim olursa gidiyorum. doğrusu bunun tek sorumlusu pandemi mi bundan emin değilim. hastalığın dahli büyük elbette. lakin değişen şartlar, yaşam koşulları, ardına bakmadan koşup giden yılların da etkisi büyük kanımca. yine de şu sonuca varıyor yorgun aklım. eskiden milattan öncesi ve milattan sonrası vardı yaşlı dünyanın. şimdi pandemiden öncesi ve sonrası var.
..
kadıköy
metronun mühürdar çıkışından yeryüzüne ulaştım. çok sıcak karşıladı beni kadim şehir. hem haddinden fazla sıcak. ağustostan bile. ve kalabalık. mümkün olan en sakin kenarlardan listemdeki iki işi çabucak halledip petek fırına attım kendimi. beyaz saçlı, koyu laci kot ve mavi tişörtlü sebzeci abinin çaprazına konuşlandım. abi maydanozlarını yıkadı, uzun marlborosundan derin bir iki nefes çekti, ben kâh çayımı yudumladım. kâh iki satır yazdım. arada gökyüzündeki maviliğe ve beyazlığa sürdüm hayallerimi. pandemiden önce burada oturup yazdığım yazıları, hikayeleri, seni düşünmelerimi düşündüm. itiraf ediyorum. ne güzel günlermiş. kıymet bilmemişim. özlüyor insan. sonra işte sana benzeyen bir kadın, sebzeci abinin yere düşen kıvırcığını kaldırıp tezgaha koydu. sebzeleri yıkayan sular şıp şıp damlarken beyaz saçlı abi bu iyiliksever kadının ardından minnetle baktı, kıvırcığın yerde kalan parçalarını topladı. yan masadaki adam yanındaki kadına inceden kur yaptı. kadın oralı olmadı. belki de adamı anlamadı. kadın çay, adam limonata içiyordu. belli ki temel sorunları vardı. ama aşılmayacak meseleler değildi. bir tatlı gülüş, sevdalı bir bakış yeterdi artardı bile. belki de minik bir dörtlük. belki başka küçük şeyler.
..
petek fırınım
çok yazdım. yine yazacağım. babamın oğlu değiller. tanımam etmem ama her seferinde çayları bu kadar taze, bu kadar kıvamında nasıl oluyor da oluyor. belli ki prensip sahibi insanlar. bir seferden bir şey olmaz deyip bayat çayı dayamıyorlar. deminden çalmıyorlar. işin hakkını veriyorlar. saygıyı ve övgüyü hak ediyorlar. öyle ki sana zahmet bir çay daha verir misin diyorum kırmızı tişörtlü garsonlarına. yanımızdan geçen turist bir kadın “o la laaa” diyor. kime diyor, niye diyor? bilmiyoruz. ama çok güzel diyor.
..
çarşı
ilginç bir matematiği var çarşının. bilhassa fırın sokağının. bir bakıyorsunuz satıcılardan başka kimse olmuyor dört yol ağzında. sonra bir anda mahşeri bir kalabalık oluyor. hemen akabinde dakikalardır susan satıcıların naraları başlıyor. “enginar çok güzel kardeş. evet incirciler, baklavacılar. doğal baklava; incir. evet tazeler buyrunn.”
.
aylak adam
kadıköy’ün serin rüzgarı suratıma vurup çarşının envai çeşit kokuları burnuma çalındıkça başka bir gerçekliğime uyanıyor beynim. ben dokuz altı çalışacak adam değilim mukaddes. hatta böyle bir memuriyet, evkafiyet, para pul işleri falan benim hiç harcım değilmiş. bu yaşımdan sonra ve bu inleten ağustos sıcağında onu anladım bir kez daha. gerçi hayalleri ile gerçekleri uyuşan bir ademoğlu yahut havva kızı var mı gerçekten bilmiyorum. ama bu dünya bize dört numara büyük geliyor, onu çok iyi biliyorum.
..
dönüş
farid farjad’ın istanbul’uyla çıktığım metronun küf kokulu boşluğuna game of thrones’un beni ‘hasta eden’ müziği ile indim. mecburi işlerim dışında yapmak istediklerimi yapamadım kadıköy'de. onun da benim de eski tadı yoktu. sezen’in şarkısı gibiydi her şey. eskidendi. çok eskidendi o güzel günler. çünkü eskiden olsa sıcağa ve öldüren neme rağmen çarşıdan sahaflara ve antikacılara uzanır, oradan sakızgülü sokağının ayağıyla nazım hikmet’te soluklanır, boğadan moda’ya, osmanağa’dan yeldeğirmeni’ne bu eski şehri tavaf etmeden dönmezdim. ama işte artık eskisi gibi yalnız dolaşılmıyor kadıköy'de. hem hatıralar batıyor. hem çabuk sıkılıyor insan. öksüz bir kuş gibi yalpalayarak yürümek fena dokunuyor. o yüzden işlerimi halledip en azından haydarpaşa’ya selam durduktan, çarşının havasını aldıktan ve petek’te çayımı içtikten sonra en kestirme, en insansız yollardan metronun karanlığına gömdüm kendimi. artık bir daha ne vakit çıkarım kim bilir? ben bilmem...
...
..
.