.
“horozlar sustu. köpekler başladı” dediğinde annem. sezen hanım kurşuni renkler’i söylemeye, ben yazmaya çoktan başlamıştım bile. ev sahibemiz bizden evvel uyanmıştı. on üç tavuğu varmış. öğretmen oğlu gelip gidip götürüyormuş yumurtalarını. eşi de ölüp iyice yalnız kaldıktan sonra çok fazla geliyormuş zaten bu kadar yumurta. köydeki konuya komşuya dağıtıyormuş. tek ineğini satmış. uğraşamıyormuş artık. tereyağ ve peynirini perşembe günleri ilçede kurulan pazardan yine köylülerden satın alıyormuş. ineği satana kadar kendi yapıyormuş. köyde de kimse artık eskisi gibi tarla ile hayvanlarla uğraşmıyormuş. kendine yetecek kadarıyla oyalanıyormuş. çoğu zaten bağkurdan emekli olmuş. şehirliler gibi geç saatlere kadar uyuyorlarmış. tembelleşmişler iyice. ama ben sabah ezanıyla ayaktayım diyor. yapacak iş illaki oluyormuş.
.
burada, elimizi yüzümüzü yıkadığımız çeşme suyunu içebiliyoruz. rüya gibi. üstelik istanbul’da eşek yükü para verdiğimiz sudan daha lezzetli. dağın bağrından kopup köylerdeki çeşmelerden şifa içiyorsun adeta. egzos kokusu yok. gürültü, kirli ve yüksek binalar yok. nem zaten yok. sonra dönüp kendine istanbul cehenneminde ne yaptığını soruyorsun.
.
dün akşam geldiğimde geç vakit olmasına rağmen ağacıma gittim. hoşgeldin dedi sevinçle. ama dallarına kadar sirayet eden hüznü fark ettim. biraz da yorgun gibiydi. lafı değiştirdi. “kilo almışsın” dedi.
“işler güçler, hayat” deyip kestirmeden gittim.
“asıl haberler sen de dedim. sesinde bir tuhaflık var. hayırdır? “
malum canlarımız yandı. kül oldu. ona canım sıkkın biraz. biraz insanların vurdumduymazlığı. biraz liyakatsız kifayetsizler. biraz iklim değişikliği. biraz dünyanın sonu! biz geldik geçiyoruz. ama bizden sonrakiler için üzülüyorum dedi.
bir şey diyemedim.
.