ayrıntı yayınları-1 - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

ayrıntı yayınları-1



20 haziran pazar, 5 gibi:
üç buçuk dakika uğraşıp da iğneden geçirmeyi başardığım ipi makasla kesmek yerine annem gibi dişlerimle koparıyorum. babalar günüyle yoğrulmuş, böyle yoğun bir enformasyon ve reklam bombardımanı gününde babamın değil de annemin aklıma gelmesine takılıyorum önce biraz. sonra da biraz manuş baba, biraz candan erçetin radyomda. nihayet; eski datça. yeni foça. ayvalık fotoları instgramda. sabaha karşı gördüğüm rüya aklıma geliyor en nihayetinde. biraz meg ryan’la biraz charlize theron tadında saçlar sarı ve kısa. ama senin cismin. senin konuşman. esprilerinle ve tabiki gülüşünle karşımdasın bir limuzinin arka koltuğunda. gülümsüyorum. özlüyorum. kamp sandalyelerini atmak yerine onarıyorum arka balkonda. pazar akşam üstü. canım fena sıkılıyor. sandalyenin birinin kumaşını değiştirdim. ötekinin sıyrılan yerlerini dikiyorum. yarın yine iş var. haziran çok uzun. temmuza çok vakit var! şimdi radyomda barış manço var; allahım güç ver bana.
.
21 haziran pazartesi / bir bölüm 24 izledikten ve ukrayna-avusturya maçını yarım bıraktıktan hemen sonra:
arada canını acıtma pahasına yolarsın ya hani kabuk bağlamış yaralarını. tuhaf bir keyif alırsın. ufak ufak yolarsın. fakat bir ara elinin ayarı kaçar. derine gidersin. canın acır. işte öyle. balkonda burgaz’a karşı oturmuş dizimdeki kabuk bağlamış yarayı yoluyorum. arada elimin ayarı kaçıyor. cıss. canım acıyor. uslanmıyorum. ufak ufak yolmaya devam ediyorum. geçmişi, güzel ve hüzünlü anıları düşünürken de böyle oluyor ya. önden hoşuma gidiyor, gülümsüyorum. sonra cıss. uslanmıyorum. ayrıntılarda, çıkmazlarda boğuluyorum.
.
salı, erken saatler:
uykularım artık dört dilime bölünmüş bir pasta gibi. ama sevmediğim. misal çilekli. önce ve 01:30 da başucumda açık bıraktığım radyonun sesine uyanıyorum. sonra gecenin tam 03:00’nde ihtiyaca afedersin. 04:30’da sabah ezanına. ve nihayet 06:30’da telefonun alarmına. günler-geceler böyle geçer mi? ama geçiyor!
.
23 haziran çarşamba, iş sabahı:
hastamız iyileşmedi. çayı sabahları hala ben demliyorum. şikayetçi miyim? elbette değil. çay demlenirken, dişimi fırçalıyorum. haber başlıklarına bakıyorum. masa takviminde geride kalan bir günü daha çiziyorum. ne zaman bitecek bu kölelik diye kalan günlerimi sayıyorum. hatta daha dün üç hafta sonraki yaz tatilimi hesap ettim. tam 15 iş günü. 6 da hafta sonu günü kalmış tatilime. iki gün önce arayan kadim dostumun dediği gibi bir sene eşek gibi iki haftalık tatil için çalışıyoruz. hayat mı lan bu dedi. düpedüz ahmaklık. bir şey demedim. ertesi gün işte üç haftayı saydım tek tek.
içler acısı bir durum. kabul. lakin yapacak bir şey yok. bekir gibi eğip başını usul usul yürümekten gayrı.*
.
öğleden önce:
çarpmasın diye klimayı açmayıp pencereyi açarsam yeterince serinlemiyor ofis. bildiğin hamam oluyor. lakin klimayı açınca da buzhane. ortasını ayarlamak için ha’bire kalkıp ayar yapıyorum. denge kurmaya çalışıyorum. hayattaki gibi. yoruluyorum. denge kurmak büyük sanatçıların işi olsa gerek. yorulmak demişken; bu bir senede sergen yalçın’da çok yorulmuş. biz cefakar taraftarlar olarak her yıl, her gün yoruluyoruz beyim. üstelik bize kimse...
neyse o topa ben girmeyeyim joker necip girsin. bu yaz diyorum çok sıcak olacakmış!

.
öğle paydosu:
başkasının demlediği çayı içiyorum. yanında, yemekten getirdiğim peynirli börek. halbuki tercih etmem peynirle pişen hiç bir şeyi. ama bu kez farklı. hem çayın yanında fazla dert etmiyorum. hem de böreği yapanlar hasis davranmış. peynir yok denecek kadar az. zaten derdim bu değil. hoş, derdimin tam olarak ne olduğunu da bilmeden düşüneyazıyorum şimdi radyo voyage müzikleri eşliğinde. yaz için tatil için okuma listesi yapanları görüyorum sağda solda. kendime bakıyorum. -bir günlük abdülhak şinasi histerisi geçtikten sonra- benim bırak listeyi öyle yana yakıla okumak istediğim bir kitap yok. mutlaka izlemeliyim dediğim film yok. kedim zaten yok. ama hepsini geçtim o kadar uykusuzluğa rağmen uykum bile yok. ibrahim. uykum bile. ama çayı diyorum kim yapmışsa güzel yapmış. ellerine sağlık..
.
01 temmuz, sıcağın değil de nemin fena olduğu vakitler: 
geceleri ölü bir yılan gibi uzanıyorum pencerenin altında. çünkü evimiz güney cephe ve çok sıcak oluyor. evimiz derken ev sahibemin evi. ayaşlı ve sıradan bir kiracıyım yoksa ben kendim. pencere kenarı hem biraz esiyor hem de yıldızları görme şansım oluyor böylelikle. şanslı olduğum günler ay dede de katılıyor bize. masmavi, açık bir gökyüzü, yıldızlar ve ay. sonrası ve boşlukları doldurmak hayal gücüme kalıyor artık. 
.
geniş zamanlar :
sonra... iyi ki dedim çocukluk ve gençlik yıllarımda teknoloji bugünkü seviyesinde değildi. misal şu selfie çılgınlığı, insanların kendini, yediğini, içtiğini ve dahi giydiğini, gezdiğini, çocuğun çükünü, köpeğinin kakasını birilerine, birbirimize beğendirme çabası diyorum ne kadar zavallıca. bu kadar mı acz içindeyiz? evet nah bu kadar!
peki ne zaman ve niye dedim ki durduk yerde? alafranga tuvaletin tepesinde tünemiş instagramdaki fotoğrafları aşağıdan yukarıya kaydırırken. o kadar yapay, o kadar sahte geldi ki her şey. sanki elektrik çarpmışçasına fırlattım telefonu elimden. yok hayır kırılmadı. üzerindeki koruyucu cam çatladı sadece. ama ar damarımız çatlamış telefon camı çok mu canım viktor? çok mu?
.
hayyam'da çay içerken
"ben" dedi  adam. sustu. önemli bir şey söyleyecek olanların bilgiçliğinde, üç beş saniye es verdi elindekini de muhatabına uzatırken. sigara paketini almak için hamle yapan kadınla birlikte ben de merak ettim adamın ne diyeceğini. 
ve devam etti adam...
"keyfim içim yaşarım. yaptıklarımı keyif için yapmazsam yaşayamam" dedi.
yaklaşık üç buçuk metre karelik bir büfenin arkasından "vinstonlayt" satarken söyledi bunları esmer, ince yüzlü, kirli sakallı adam.
sarı saçlarını ensesinde toplayan kadın sustu sadece ve baktı öylece adama. 
ben de yazdım.
.
* masumiyet -1997
.