çayda dem, kalplerde dolunay etkisi - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

çayda dem, kalplerde dolunay etkisi



çayın gelmesine daha on sekiz dakika var. sıkıcı bir gün. çalışasım yok. yazasım var. ama çok. nasıl tarif etsem? edemem. kurtulmam da lazım bu boşluktan. lakin ne yazacağım. kime yazacağım. niçin yazacağım? cevapsız bir sürü soru. hayatımız türlü sorulara cevap aramakla geçiyor. her satırı dert, her dakikası çoktan seçmeli bir test. sokaklarda aylak aylak dolanan serseriler gibi sevdiğim fakat artık kalem oynatmayan eski bloglarda gezindim biraz. gazete başlıklarına, kitap alıntılarına baktım sonra. rastladığım bir cümlede, geçmişimi izledim bir film şeridi gibi. tuhaftı hissettirdikleri. kırgınlık, kızgınlık yoktu. ama tuhaf bir histi işte. nasıl anlatsam? anlatamam. fakat deneyebilirim. sanki gerçekte değil de rüyada olmuş gibi tüm yaşadıklarım. ama sabahına unuttuğum pek çok rüyanın aksine hiç unutmamışım gibi. başka? o kadar işte. daha ne olsun. gerisi iyilik, sağlık. normalde bu yazı burada biterdi. peki ama kaç gündür içimde depreşen haller doktor? 
.
şimdi doğruya doğru. normal şartlar altında pek inanmam bu dolunay işlerine.. yok marsmış, yok retroymuş. efendim uranüs ileri gitmiş de neptün ağzının payını vermiş. sonra jüpiter sert yapmış falan. uzak durduğum konular. (sevgili ve çok saygıdeğer 
juno  affetsin. ama öyle) 
lakin ve öte yandan günlerdir içimden bir şey çıkacakmış gibi hissetmem, med-cezirvari dalgalanmalar, durulmalar falan derken iki gün üst üste, gecenin tam üçünde uyanıp pencereden bakınca (niye bakıyorsam artık) ateş topu olmuş dolunayın da yalnız bana baktığını görünce bi’eüzü besmele çektim. bi’içim çekildi. bi’gerildim. elektriklendim. gittim, elimi yüzümü yıkadım. sonra gerisin geri yattım. 
.
işe gidip eve döndüm. bir hafta kadar. çok özledim. çok düşündüm. ne değişecek ki dedim. bir arpa boyu yol gidemedim. far ışığına tutulmuş tavşan gibi kalakaldım ortada. biraz da istasyondaki adele gibi bir şeyler olmasını bekledim sanki. hiç bir şey olmadı elbette. ben bunu hak etmiyorum dedim. kendime kızdım. sövdüm. dövdüm. biraz da acıdım galiba. ama vazgeçmedim ritüellerimden. hafta sonları da işe gitme saatlerinde uyandım. en az dört bin adım yürüdüm. ama sahile inmek gelmedi içimden. balkondan burgaz’a bakıp ahh ettim. en az iki oğuz atay hikayesi okudum. çayı günde on bardağa çıkardım. her cumartesi jonas’ı yad ederek alışverişe çıktım. marketten aldıklarımı kitaplığımı dizdiğim titizlikte buzdolabına yerleştirdim. başka türlü olsa nasıl olurdu diye düşündüm. keşkelere sığındım. iyi ki’lerden nefret ettim. akan bir suyun kenarındaki dal parçasına takılan çöp misali asılı kaldım bu düşüncede. kurtulamadım. belki de kurtulmak istemedim. saatlerce güneşte bekledim. şiirler okudum. hatta ayıp’lı bir şiYir yazdım. çok beğenmedim. yayınlamadım. ne değişecek ki dedim. yine yeniden. özledim. gitmek istedim. hatta bazen bir su buharı gibi gökyüzüne çıkmak, icabında bulut olmak istedim. aslında hep bir kuş olmak istemiştim. ama bulut olmaya da fittim. kazık oldum. yerime  çakıldım. bazı günler de sadece bir kelimenin peşine düşeyim istedim. öyle ki, benim diyen, en profesyonel iz sürücülerine taş çıkartırcasına adım adım, harf harf, peşinden gideyim o kelimenin. ve gerekirse klişelere saparak, kendime fazla uzağa gidemeyeceği müjdesini vererek, genetiğini ve fonetiğini çok dert etmeyerek, sadece kelimenin ve çağrıştırdığı anlamların geçtiği yollara girersem belki huzur bulurum dedim. şöyle bir bakındım. karşıma ilk çıkan kelimeye sarıldım. fakat fazla uzağa gidemedim. zevahiri kurtaramadım. başa döndüm. çayın gelmesine şimdi on iki dakika var.
.

bebe - siempre me quedara

.

fotoğraf: kadim dost; fiko’nun objektifinden.