e dedim birader benim neyim eksik. benim de kolum ağrıdı. ben de üniversite mezunuyum. ben de nişantaşı çocuğuyum. hem ben de on beş dakika dışarıdaki bekleme bankında oturdum. yanıma gelen kedi ve köpekleri sevdim. ama işte sağ kolum zaten kaputtu. aşı da sol koluma vurulunca. halihazırda haram olan gece uykusu iyice yalan oldu. ne sağa dönebildim ne sola. murathan mungan’ın şiirindeki ölü bir yılan gibi sırt üstü yattım gece boyunca. yorgun, uykusuz ve aşılı.
ama ve son tahlilde; iyisini kötüsünü, incesini kalınını düşünmeden televizyondaki bütün uzmanları ve tabi ki de mehmet ceyhan hocamı dinleyerek karar verdim, aşımı vuruldum. lakin insanlara böyle ben aşılıyım deyince biraz tuhafıma, biraz komiğime gidiyor açıkçası. ama aşılıyım yani!
.
89- öğle paydosunda, internete girip abdülhak şinasi hisar’ın ali nizami bey’in alafrangalığı ve şeyhliği kitabını ararken kadıköy’ün sahaflarında, sokaklarında dolaşmayı özlediğimi fark ettim. en son ne vakit gittiğimi anımsamaya çalıştım. bulamadım. hatta ve sanki öyle bir yer yokmuş gibi davrandığımı fark ettim. irkildim. üzüldüm. alışmak sevmekten kolaymış gibi geldi. sonra kadıköy’ün her biri ayrı bey’fendi olan fazıl bey, niyazi bey, ahmet ve hamza bey’lerin dükkanlarından yayılan kahve kokusu geldi. burnumun direği sızladı. balıkçılar çarşısı’ndaki esnafın çığırtkanlıklarını duydum sonra. kuşdili caddesinden beri yürü yürü, yorulmuşum. güneşli bahçe sokaktaki petek fırının köşesine oturdum. dört bardak çay içtim. hayyam çayevi ile birlikte kadıköy’ün en güzel çayını burası yapar çünkü. sonra kethûda camii’nin önünden, telefoncuların çantacıların yanından bahariye’ye çıktım. oradan nazım hikmet’e götürdü ayaklarım beni. ben çünkü unutmuşum aylardır. belki de yılı geçti. piraye kafenin bıçkın ve arsız kedileri karşıladılar önce beni. sonra garson geldi. bir çay ve tost da ona söyledim çınar ağacının gölgesinde. garson sipariş-hesap takibi için 160 olan ilkokul numaramı bıraktı masama. gülümsedim. kimse bir şey anlamadı. kediler, bana gelecek menü için yerlerini aldılar. ve müzik başladı. rüyamda, sezen aksu ve ata demirer düet yapıyordu. uyandım. ofisin penceresini kapattım.
.
90- dün akşam trt’de tarık üstün ve ismini bilmediğim spiker (ya da mustafa sapmaz ve ismi bilinmeyen spikerde olabilir. emin değilim.) slovakya-polonya maçını yorumlarken kanepede sızmışım. annem başıma dikilmiş; mithad kalk oğlum yerine yat diyormuş. ben n’oldu gol mü oldu diye uyandım. elinin körü oldu git yerine yat dedi biraz sinirli. böyle de seviyeli aile ilişkimiz var annemle. kalktım. sağa baktım. sola baktım. yerimi bulamadım. anne dedim benim yerim yok. bu dünyada. zaten hiç olmadı ki yıllardır. annemin yüzü ten renginden hafif pembeye oradan beyaza kesti. benimkinden daha güzel olan gözleri sonuna kadar açıldı. dudakları kıpırdadı. anlamadığım arapça kelimeler söyledi. en sonunda da yüzüme tükürdü, tükürür gibi yaptı yani. uyku sersemliğim azalınca. anladım ki çocukluğumuzda yaptığı gibi dua okuyordu. sonra sırtıma iki şaplak vurarak misafir odası olarak kullanılan gençliğimin odasını, yerimi gösterdi. anne bunu kastetmemiştim dedim. ama içimden.
.
91- annem demiştim. dün akşam, babamdan kalan aylığını götürdüm. bu aylıklar ve alt katındaki kiracısından aldığı paradan kurban parası biriktiriyormuş. yeni aylıktan bir miktar daha parayı bana ayırtırken “eskileri koy, eskileri” diye müdahale etti. anne dedim eski yeni ayrımı çeyrek altında oluyor. kağıt parada bir şey olmuyor. sen dedi beni dinle eskileri koy. bu inatçı huyunu annesinden mi yoksa üç yıl askerlik yapan babasından mı aldı bilmiyorum. ama benim inadımın kaynağı kendisiydi. tamam dedim. eski yüzlükleri kenara koyarken araya bir tane de yeni yüzlük sıkıştırdım çaktırmadan.
.