* pandemi başladığından beri güneşi gördüğüm an yaptığım iki şey var sevgili dostlar, romalılar, kıymetli zonguldaklılar;
1- balkona çıkıp elimi ayağımı, güneşe kurban etmek.
2- o an aklıma üşüşenleri telefonuma yazmak.
bugün de rutin değişmedi. lakin güneşin sıcaklığıyla yarışan serin bir rüzgar hem sabrımı hem direncimi test ediyor adeta. tam yirmi bir dakika oldu. direniyorum. inanırsam diyorum, belki kazanırım.
.
* inanmak demişken resmi rakamlara ve verilere inancımı yitireli çok oldu. buradaki kastım salt iktidar, muhalefet yahut devlet otoritesi değil. erki elinde bulunduran bütün insanlar, insanlık. özel ve tüzel kişiler. eskiden, bir zaman makinası olsa da geçmişteki şu vakte gidip orada yaşasam derdim. şimdi demiyorum artık. çünkü okudukça, gördükçe anlıyorsun ki dünya üzerinde öyle mübâh bir zaman dilimi yok dostlar. çünkü her yerde en büyük bozguncu, insan denen varlık var. her gün yeni bir modeliyle karşılaştıkça tehlikeli şiirler okuyup kutuplara gidesim artıyor.. yanlış anlaşılmasın isyanın kendime. isyanım dağlara. isyanım aşka inanmayanlara..
.
* aslında bu yazıya dün yani cumartesi öğlen başladım. üstteki iki paragrafı yazdım. sıkıldım. bıraktım. ama ve şimdi; yine muhteşem bir güneş var. icabet etmezsem kendime ihanet etmiş olurdum. (kurtlarından arınamayan yazar, bir pazar sendromunu daha boş geçirmemiş. anlaşılan. -orta not: 04 haziran-)
.
* kısa dönem askerliğin ilk günlerinde, doğuda bir arkadaş vardı. doğrusu benden beş altı yaş büyük bir abi. sanırım konyalıydı. acemiliğin, yabancılığın verdiği duyguyla kendimi yakın hissettiğim ilk grubun içine atmıştım ben de kendimi. görev yerlerimiz belli olana kadar şaşkın ördek yavruları gibi grup halinde dolaşır, kantine gider, bol olan boş vakitlerimizde sohbet ederdik. adını bile unuttuğum o abi, bir gün hiç de hak etmediğim biçimde “ne pozitif, ne güler yüzlü adamsın sen” demişti. yine gülmüştüm. niyeyse on beş yıl sonra güneşin alnında o an geldi aklıma. ve şimdi kendime bakıyorum. yıllardır burada yazdıklarıma. yaşadıklarıma. anlattıklarına. pazar sendromlarıma. büyükşehir çıkmazıma. sıkışmışlığıma. oyunlarıma. güneş banyolarıma. balkon oturmalarıma. kuşlara olan kıskançlığıma falan. yine gülüyorum.
.
* aylar önce -belki de yıl oldu- milletin ağzında sakız olan dark dizisine başlamış ikinci bölümde bırakmıştım. geçen hafta dizisizlikten yeniden başlayıp üç sezonu birden bitirdim. ilginç olan fuzuli dediğim, çekilmese de olur diye düşündüğüm üçüncü sezondaki üç dünya fikrini kendi üzerime oturtmamdı. benim de üç dünyam vardı. yapmam gereken basitti. üçü arasında çılgınlar gibi denge kurmaya çalışmaktan vazgeçip tek bir dünyaya, özüme öz dünyama dönmeliydim.
peki kolay mıydı?
süveyş kanalında sıkışıp kalan tankeri kurtarmak, deveye hendek atlatmak yahut samanlıkta iğne bulmak daha kolaydı sanırım.
.
dipnot: başında ve ortasında notu olan işbu yazının dibi de notsuz kalmasın istedim. dolayısıyla gerek akıllı telefon ve tabletlerinizin gerekse diz ve masaüstü bilgisayarlarınızın piksel piksel ekranlarınızda seviyorum sizleri. esen kalın. pırasayı sevin!
.