bu başlığı dün bir radyonun babalar günü reklamından sonra attım sevgili ibrahim. ama bir şey yazmadım. bugün. yani şimdi. güneşsiz balkonda şemsiyenin altında öylece oturuyorum. game of thrones’ın beni hasta eden müziğini dinliyorum. az önce babamla ilgili bir hikayeye başladım. bitiremedim. kapattım. taslakta bu başlığı görüp altına sığındım. halbuki ve iki gündür, bir sürü olay, hikaye geçiyor yanımdan, yöremden. fakat toparlayıp kelimelere dökemiyorum. bazen hepsini tek yazıda ortaya saçıp kurtulayım istiyorum. bazen de tek tek, kısa kısa not düşeyim müptezel tarihime. lakin ikisi de mümkün olmuyor. sonra mevsim normallerine gelen haziran sıcağında bir ay sonraki tatili düşünüyorum. mahalledekilerin, sitedekilerin arabalarına tıka basa doldurdukları eşyalardan birer birer göç hazırlığı yaptığını görünce daha çok düşünüyorum. başka şeylerde düşünüyorum elbet. arada fiko’nun instagrama koyduğu köyünden manzaralara bakıyorum. önce beğeniyorum. sonra ahh ediyorum. benden gayrı kimse duymuyor. acaba başka türlüsü olabilir miydi diye düşünüyorum bu kez. bu hapsedilmişlik duygusu. samsavari hayatın yatağında sırt üstü kalakalmak. ne ileri, ne geri gidememek. yarım kalan, haftalardır sürünen tehlikeli oyunlar’ı alıyorum sonra elime. yine okumadan geri bırakıyorum. bacağıma konan uğur böceğinin bana ne demek istediğini anlamaya çalışırken telefonum çalıyor. annem. dişlerini yaptırıyormuş. hiç memnun değil dişçiden. ama anne yıllardır gittiğin dişçi diyorum. hazırlanmış bir cevap yapıştırıyor. lafı değiştiriyorum. akşam milli takımı sürklase eden italya gibi hem ayağa hem kalbe oynuyorum. hoşuna giden şeylerden bahsediyorum. oto tamircisinin önünde düşüp iki dizimi parçaladığımı söylemiyorum mesela. hala çocuğuz çünkü gözünde. onun yerine pazartesi geleceğimi söylüyorum. seviniyor. üzüm yaprağı toplamıştım. dolma yaparım diyor. telefonu kapatıyorum. balkona çıkmadan demlediğim çayı anımsıyorum. mutfağa koşuyorum. çaydanlığın yanmasına ramak kalmış. neyse ki içecek bir fincan çayı kurtarıyorum. çaydanlığın suyunu yeniden doldurup kaynamaya bırakıyorum. yeni demlenmiş çayın kokusu duygu ayarlarımla oynuyor. bir fotoğraf geliyor gözümün önüne. babamla asım amca divanda oturmuşlar. büyük ihtimal adalet partisi, halk partisi kayığı yarıştırıyorlar. annemle nermin teyze ortalıkta yoklar. muhtemelen mutfaktalar. ben yerde, büyük atlasın arka sayfasına adana’dan zonguldak’a illeri ve plaka numaralarını yazıyorum. (sonra işim yokmuş gibi ezberliyorum onları. birden altmış yediye düzden terse, tersten düze yahut karışık düzen hala bilirim ya neyse) sohbetin bir anında -benim 67 zonguldak dediğim anda belki de- babamın; “bizim kahveciler işi bilmiyorlar asım. çayı ıslatıp yıkamadan kaynar suyu döktükleri için haşlıyorlar. deli’ye (deli dolu kahveci şevki’nin lakabı) kaç defa söyledim. ama tembelliğinden yapmıyor. sonra da ya senin çayını çok seviyorlar deyip ocağa sokuyor her seferinde." şeklinde dert yanarken inceden gururlandığını sezinledim. asım amca da tüm samimiyetiyle “ama deli haklı şimdi muhterem. senin çayın hakikaten başka” derken koltukları bir kez daha kabardı babamın. yıllar geçtikçe, gerek deli’nin kahvesinde -hem yardım hem keyif için- gerekse evde bir ressamın resim yaparken aldığı keyfi alırcasına çay demlerken çok gördüm babamı. sadece demlemeyi ve içmesini değil çay hakkında konuşmayı da severdi. halk partisi ve beşiktaş neyse çay da öyleydi onun için. son tahlilde muhabbeti hoş adamdı. sadece yaşıtları değil yıldızspor'un gençleri de ekmek teknesi'nde heredot cevdet'in etrafına toplanan gençler gibi sokakta babamı görür görmez ayaküstü halka yapıp dinlerlerdi. çayı anlattığı gibi böyle bir sürü hatırasını anlatmayı severdi. dedim ya çok da güzel anlatırdı. evde konu komşuya, kahvede esnafa anlattığı anıları bitmezdi. insanlar 'ağzı açık' o'nu dinlerdi. ben de dinlerdim. bir gün o'nun gibi anlatabilecek miyim diye hayaller bile kurardım. hikaye anlatmamı bilmiyorum ama çay demlemede iddialıyım ibrahim. çok iddialıyım. bir de işte; her zamanki gibi onu çok özlüyorum. çok..
.