çıplak ayaklarımı, balkonun seramik kaplı duvarına dayamış kâh zarifoğlu’nun altını çizdiğim cümlelerini okuyor kâh gözlerimi sımsıkı kapatıp güneşten tarafa bakıyorum. bunu sıklıkla yapıyorum ama kaç defa ve niye yaptığımı bilmiyorum. sadece bu mayıs ve akşam güneşinin temmuz sıcağı gibi yüzümü yaktığını, bundan da tuhaf bir haz aldığımı anımsıyorum. sonra içeride şarj olmakta olan telefonumun henüz yüzde yirmi yedisi dolmuşken kablosundan çıkarıp bunları yazıyorum. ve sonra yine gözlerimi sıkıyorum güneşe karşı. telefonu tekrar şarja takmayı düşünüyorum. lakin bunu yapmıyorum. yapmak istemiyorum. gözlerimi açıyorum. siyah bir kuşun çırpınırcasına bir gayretle önümden geçip yandaki binanın mutfak menfezine konmasını izliyorum. gökyüzünün maviliğine bir kez daha hayran kalıyorum. denizi, iyot kokusunu, geçtiğimiz yazı özlüyorum. hüzünden başka bir yere varamıyorum. güneşin altında yanan ayaklarıma, kollarıma bakıyorum. oyun oynamak geliyor aklıma. biraz daha yüksekten ve uzaktan kendimi görmeyi deniyorum. lakin ilk seferde başarısız oluyorum. ikinci denemem de pek parlak değil. pes ediyorum. asıl sorunumun bu olduğunu düşünüyorum. einstein’ın sözünü çok fazla ciddiye aldığımdan olsa gerek aynı denemeleri tekrarlamak hoşuma gitmiyor. yahut zihnimin başka bir oyunu bu diyorum. menfezdeki kuşu hatırlıyorum.
kuşun konduğu menfezin bir alt katında, mutfak penceresinde sigara tellendiren uzun saçlı bir abi var şimdi. acaba oradan nasıl gözüküyorum? ara ara görüyorum o abiyi. hep uzaklara bakıp, derin derin içine çekiyor sigarasını. bazen elinde kahvesi (çay da olabilir uzağı artık o kadar iyi göremiyorum. hatta kadın bile olabilir o abi!) neyse işte, göz göze gelmedik hiç ama mutlaka görmüştür beni. evde olduğum ve güneşin olduğu her gün çünkü balkondayım. gerçi ne düşündüğü çok önemli mi? değil. birazdan unuturum zaten. pek çok şeyi unuttuğum gibi. ama unutmadıklarım da var. telefonu yeniden şarja takmalıyım mesela. lakin ben gözlerimi sıkıp başımı güneşten yana çeviriyorum.
.