tuhaf bir şey oldu az önce. çok sevgili balkonumda pazar güneşine kurulmuş, bir yandan müzik dinlerken bir yandan da kısa hayaller çekiyordum zihnimde. sonra birden, dizinin en heyecanlı yerinde araya giren reklam gibi hafız ve abisi fiko ile yıllar önceki bir konuşmamız düştü aklıma. bir avemenin kafeteryasında garsona -garanti olsun diye iki kez- çektirdiğimiz bir fotoğraf sonrası; “yıllar dedik ne çabuk geçmiş a.k.. şu kadar yaşımıza geldik hala on sekiz yirmi yaşımızda hissediyoruz” temalı bir muhabbet dönmüştü o gün yuvarlak masamızda. bende işte, o konuşmadan hareketle önce on yıl öncesini düşündüm. peşinden bir on yıl daha gittim. durdum. tuhaf olan şuydu. buradan on yıl öncesinin her detayını hatırladım ve bana sanki bir yıl öncesini hatırlıyorum gibi çok yakın geldi. lakin bir on yıl daha yani yirmi yıl geriye gidince oradaki detayları da çok net hatırlamama rağmen ikinci on yıl bana yüzyıl kadar uzak ve ulaşılmaz geldi. neden, bilmiyorum. bu herkeste mi böyledir? yoksa zihnin bir oyunu mudur? oysa on ya da yirmi yıl önceki hatalarım, günahlarım ve sevaplarım. hala yanımda. niye oralarda bir yerlerde bırakmadım? bırakmak mı istemedim yoksa... yoksa ne? yoldan ve zıvanadan ne vakit çıktım. eski ile yeni, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, kendimle değer verdiklerim arasındaki med-cezire hangi ara yakalanıp araf çukuruna yuvarlandım? hayat mı bize bir oyun oynuyor gerçekten? ya da biz kendi kurduğumuz oyunu beceremediğimiz için hayata mı bok atıp duruyoruz ibrahim? nedir, mesele nedir?
mesela sayın ilhami algör ya da yakın çevresi bu konuya ne diyor? nezahat’le evlenip müzeyyen’e tutulmak da neyin nesidir allah aşkına? gri alanda kaybolmak, michael jackson’ın izinde, siyah olan hayatını beyaza devşirme çabası da nedir? oysa kendimi bildim bileli zor beğenirim. beğendiğimi de abartarak yaşarım. buna belki aranızda kibir diyenleriniz olacaktır ya da başka megalomanik ifadeler kullananlarınız olacaktır. saygı duyarım ama şerh de düşerim. niyetimi çünkü bir ben, bir yüce yaradan biliyor. o yüzden diyorum ki; su-i zan ve hüsnüzanlarınıza dikkat edin bayım ve siz sevgili hanımefendi! istediğiniz yargıdan başlayabilirsiniz lakin ilk yargıyı da en günahsız olanınızın yapmasını yeğlerim. her insan gibi ben de defolarımı biliyorum. ve o her insanın bazıları gibi bunları düzeltmeye çalışıyorum. ama işte bazen olmayınca olmuyor. pek çok şey de olduğu gibi ikinci denemeden sonra sıkılıyorum. dikkatim dağılıyor. pusulam şaşıyor. ama hiç bir şeyi, hiç kimseyi unutmuyorum. yarı yolda bıraktıklarımı. beni yarı yolda bırakanları. çok sevenleri, az sevenleri. saçını çektiklerimi. gözlüklerimle alay edenleri. özlediklerimi. özlediğini hissettiklerimi. paralel evrenimdekileri. bu dünyanın içinde ve eksenimde olup da yanımda olmayanları. üzdüklerimi, üzüldüklerimi. tıpkı on ve hatta yirmi yıl önceki yaşam satırlarımı kelime kelime, harf harf bildiğim gibi, bir şekilde hayatımın bir köşesine dokunan tüm canlıları ve hatta cansız varlıkları önemsiyorum. hatırlıyorum.
son tahlilde bu kadar yıldan, bunca kelamdan ve bu aşktan öğrendik?
sevdiği biri yanında değilse onunla ilgili hep güzel anıları hatırlar insan. bir de işte; bu kısıtlama günlerinde güneşlenmek, d vitamini açısından zenginleşmek, göğe bakma durağında beklemek psikolojik ve fizyolojik açıdan faydalı görünse de hatıralar çölüne içi su dolu battal boy matara olmadan asla girmeyin. ha’bi de elinize yüzünüze güneş kremi sürmeyi unutmayın. ben yandım, siz yanmayın..
.