dört nikah bir cenaze! ** - kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı

dört nikah bir cenaze! **



ben öldüğümde biliyorum, arkamdan en çok onlar ağlayacaklar. dövünüp yırtınacaklar, kendilerini paralayacaklar. ama bunu benim için mi yoksa kendileri için mi yaptıklarını yaşarken anlayamadığım gibi öldükten sonra da anlamayacağım. kimden mi bahsediyorum? hepsinden en az beş km uzakta otursam da hayatımın baş köşesinde oturan dört kadından söz ediyorum. ne vakit dara düşseler yahut incir çekirdeğini doldurmayacak meseleleri olsa -ki bu onlara göre ikinci dünya savaşından beri dünyanın ve onların başına gelmiş en büyük felakettir-  yer var mı yok mu diye bakmadan, sormadan ilişirler omzuma. lakin şimdi haksızlık etmek istemem. onların sormama, bakmama nedenleri bizatihi benimdir. zira bana doğru geldiklerinde sırtımı çevirip ters yönde koşmak yerine dizlerimin üzerine çömelip omzumda ve sırtımda onlara yer açmamdır buna sebep. bunu mecburiyetten yapmıyorum. hayır, düşündüğünüz gibi iyi biri olduğum için de yapmıyorum. galiba genetik bir şey. oğuz atay’ın günlüğünde ölmüş babasına yazdığı bir mektubu vardı hani. aklımı ve duygularımın bir kısmını senden aldığım dediği. galiba benim de bu özelliğim rahmetliden kalma. ama onlar bunu bilmiyorlar. benim çok iyi ve çok güçlü biri olduğumu sanıyorlar. adım gibi demirden bir yapım, çelikten duygularım olduğunu sanıyorlar. sahi adım demişken size kendimi tanıtmadım değil mi? ne büyük hadsizlik. efendim ben demir doğramacı. hayır mesleğim değil. adım demir, soyadım doğramacı. kırk beş yaşındayım. mesleğime gelince; finansçıyım ben kendim. bir faktoring firmasında orta düzey yönetici sayılırım. askerden geldiğim o talihsiz yazdan yani ağustos 1999’dan beri aynı şirkette çalışıyorum. o günden bugüne gele gele orta düzey yöneticiliğe gelebildim. benden sonra başlayanlar grup müdürü, genel müdür falan oldular şimdi. rahmetli dayım; “oğlum sen askerde çok dayak yersin, evde de işte de ağzından lokmayı çok alırlar. etraf çakallarla dolu, biraz uyanık ol, hırslı ol ağzını değil gözünü aç, bu gidişle bir baltaya sap olamazsın, eleman gelir eleman gidersin" demişti. keşke yaşasaydı da görseydi şirketteki yirminci yılımda departman şefi yaptıklarını. lakin dediği gibi askerde çok dayak yedim. bu arada departman şefi demişken yanlış anlaşılmasın, hepi topu iki kişiyiz. bir ben, bir de yardımcım gülfem hanım. iktisadi ve ticari bilimler akademisinden geçen sene iftiharla mezun olmuş. müdürümüz dursun bey ve direktör hilmi bey çok şitayişle bahsediyorlar gülfem hanımdan. sözlerini dinlerse önü çok açıkmış. benim için bir şey dediklerini duymadım. ama birbirlerinin arkasından çok hoş konuşmadıklarını biliyorum. çünkü her seferinde tasdiklememi istiyorlar. ben her seferinde olaya başka açılardan bakmak gerektiğini söylesem de gülfem hanım onların duymak istediklerini söyler, beni bu azaptan kurtarırdı. azap demişken nerden geldik şimdi gülfem hanım’a canım. hay allah! bu hayattaki sahici azaplarımı anlatıyordum ben değil mi? mahşerimin dört kadınını.
peki kim bu kadınlar? 
ve ne isterler? 
mel gibson’ın böyle bir de filmi vardı hani. kadınlar ne ister diye.
inanmayacaksınız ama belki bir çıkış yolu bulurum diye en az 4 kez izledim bu filmi. etrafımdaki kadın başına bir kez izledim. hatta kaçırdığım bir şey olmasın diye ikisini altyazılı, ikisini dublajlı izledim ki, hayatta en sevmediğim üç şeyden biri dublajlı film izlemektir oysa. ama hayat işte...
aileni seçme şansını vermiyor sana. o safiye sultan ki; sözünün üstüne söz istemeyen, disiplini ve sertliğiyle nam salmış kayınbabası hacı abdullah'ın ve üç farklı kaynananın tedrisatından damıttıklarıyla biz iki kardeşi büyüten ve üç çeyrek asır aşmış yaşına rağmen hala peşimizden kendince sevgi ve terbiyesini eksik etmeyen kadın. hiddetini sözlerinden çok gözlerinden okuduğum kadın. orta bir kışında yitirdiğimiz babamızın ardından bize hem annelik hem babalık yapan kadın. huysuz ve tatlı kadın. bir insan annesine ne kadar kızabilir ki hem? ama onun gibi olmaktan korkabilir. benim gibi. ben korkup kaçtıkça fark ettim ki onun gibi oldum yıllar geçtikçe. huysuzluklarım, titizlenmelerim, pireyi deve yapmalarım, planlı ve kontrollü hayatım, ağrıyan yerlerim bile bire bir aynı. dolayısı ile iki benzeyenin birbirini itmesinden doğal ne vardı ki? sevdiğimiz kadar ittik de hep birbirimizi. ama ve lakin bir safiye sultan olsa iyi. onun hık demiş burnundan düşmüş hacı abdullah'ın torunu, safiye sultan'ın tek kızı benden beş yıl önce dünyayı tanımış hülya ablam var bir de. dayımla birlikte mürekkep yalamamı sağlayan, babam öldükten sonra benim kafam almıyor deyip lise ikiden terk eyleyip çocuk işçi olan kadın. kendi alamadığı eğitimin eksikliğini benim üniversiteyi bitirmemle gidermeye çalışan, veli toplantılarına annemin yerine katılan, çelimsiz beni hayta arkadaşlarıma karşı kollayan kadın. hal böyle olunca hayatımın  üçüncü kadınını seçmeme bu iki dominant kadından başkası karar veremezdi. bense saf saf, türk filmlerindeki gibi bir çarpışma sahnesiyle tanışıp hayatımın aşkını bulduğumu sandığım ipek'le tamamen bir truman show kurgusuyla evlendiğimi yıllar sonra öğrenecektim. hoş ben orta yaş bunalımına girip her şeyi ve herkesi kırıp dökene ve ipek'ten ayrılana kadar mutlu bir evliliğim olduğu da söylenebilir. ki en büyük mutluluğum da hayatımın dördüncü mütemmim cüz kadını olacak ceylan bebek doğduğu zamandı. milenyum kışıydı. hayatımdaki sevdiğim tek yılbaşıydı. sonuç itibariyle birbiriyle neredeyse taban tabana zıt bu dört benzemez kadınla hayatımı idame ettiriyorum. ama ve sakın ha, dört benzemezler dediğime bakıp aldanmayın. bana karşı itilaf devletleri gibi anında birleşirler. hiç vakit kaybetmeden de sevr'i önüme sürerler. ben çaresiz, dört cephede savaşmaktan bitap osmanlı gibi içimde kurtuluş savaşı çıkartacak güç ararım beyhude. ve her seferinde tamam bu kez son, gidiyorum bu.. derim. gidemem. kalırım. ah muhsin ünlü'ye bağlarım. "bazen olmuyor, hatta o kadar güzel olmuyor ki, ancak bu kadar güzel olmayabilirdi diyorsun." rahmetli de çünkü nasıl gen varsa. nasıl işlenmişse damarlarıma vicdan ve sorumluluk ağları mı desem ya da açıklayamadığım bir kısım içsel güçler mi? onlara ne kadar kızsam, öfkelensem de kopartıp atamam bizi bağlayan halatları. yakamam iyi-kötü tüm geçmişimizi taşıyan gemileri. o vakit işte dünyada tek gerçek dostum, beni karşılıksız seven tek sırdaşım kara kaleme sarılırım. ben söylerim, o yazar. ben susarım -içimden söylenirim- o yine yazar. böyle böyle hayat kısalmaya devam eder. kuşlar da uçmaya...
.

.